Friday, October 23, 2009

Rakı, şiş kebap çok güzel

Londra’dan kalkıp Türkiye’ye yerleştiğimizde 13 yaşındaydım. Başta dil problemi olmak üzere bir çok sosyal ve kültürel zorluk yaşadım, tabi bu zorluklar çoğunlukla okulda yaşanıyordu.
Annem sağolsun okulun 2. haftasında okula gelip öğretmenlerimle görüştü, durumumu anlattı, yardımcı olmalarını istedi. Vatandaşlık dersimizin hocası da “Tabi ben yardımcı olurum, derste onu bol bol konuştururum” demiş. Sanki haftada bir gün 40 dakikalık Vatandaşlık dersinde konuşunca Türkçem düzelecek. Neyse Annem bunu bana anlatınca bende bir tedirginlik başladı, vatandaşlık dersinin hocası bana ne soracaktı acaba? İki gün sonar vatandaşlık dersinde herkes uyurken ben pür dikkat dersi dinliyordum her an soru gelecek diye. Tabi beklediğim oldu.
“Erdela, söyle bakalım (cümleye girdikten hemen sonra tüm sınıf uyandı ve bana döndü, belli ki eğlence çıkmıştı) en iyi yönetim sistemi hangisidir?”
“Demokrasi”
“Peki neden demokrasi? Ben inanmıyorum demokrasi olduğuna bana anlat, beni inandır.”
“E demokrasinin iyi yanı bu, sen istersen inanmayabilirsin.”
Dedim ve sınıftaki herkes – öğretmen dahil – gülmeye başladı. Yanımdaki çocuğu sordum niye güldüklerini.
“Öğretmene sen denmez, siz denir”
Öğretmene baktım, çocuğa yeniden döndüm ve dedim ki “İyi ama o sadece 1 kişi!!”
Haksız da değildim, İngilizce’de böyle bir şey yok, tekil şahıs’a neden çoğulmuş gibi konuşayım ki?
İşte böyle şeyleri öğrenmek ve alışmakla geçtil ilk bir senem, tabi dili çözmekle kalmıyor iş, İngiltere’de başta matematik olmak üzere her derste sınıf birincisiyken Türkiye’de bir de bakmışım meğerse hiç bir şey öğrenmemişim.
A ve B kümelerinin kesişim kümesi diyordu kitap. x’in kare kökü diyordu. Yahu matematik değil miydi bu? Benim bildiğim rakamlar olur harfler değil! Böyle çarpım yapıyorduk falan..
Neyse İngilizce-Beden-Resim-Müzik-Din hariç derslerden 2 alarak bir şekilde geçiyordum. Bir şekilde dediğim tabi ki kopya çekerek. Zaten iyi bir anlaşmam vardı sınıftakilerle, ben İngilizce sınavında sınıfa kopya dağıtıyordum, Matematik, Fen, Türkçe, Almanca derslerinde topluyordum, sistem güzel. Derken bir gün İngilizce öğretmeni sınıfın not ortalaması ciddi anlamda artınca kopya verdiğimi anladı ve beni sınavda sınıftan ayırdığı sıraya, sınıfın ineğinin yanına oturttu. Öyle sıradan bir inek değildi o, herhangi bir sınavdan 95 aldığında oturup ağlardı neden böyle oldu diye, zaten utanmasa İngilizce notları da benden iyi olacaktı. Neyse sınav başladı, benim sınavım tabii bir buçuk dakika falan sürdü. “What did you do on the weekend?” Sorusuna aslında çok uzun cevap da yazabilirdim ama kağıttaki yer kısıtlıydı. Tabi öğretmen beni ve ineği ayırdığı için, ve biz nasılsa 100 alacağımız için bizim tarafa bakmıyordu bile. Ben ineğin kağıdına baktım ve kelime sorularından birisini yanlış yaptığını fark ettim. İşaret etmeye kalkıştım hemen elleriyle kulaklarını kapattı ve kafasını sallayarak “söyleme, söyleme” diye fısıldadı. Arkama baktım, sınıf komple bana bakıyor “Biz senden kopya çekeriz diye çalışmamıştık ki” bakışı var hepsinin gözlerinde, yanımdaki de verdiğim kopyayı almıyor, işte o günlerde düşünmeye başladım “Acaba Türk eğitim sisteminde bazı sıkıntılar mı var? diye.
Ama baş düşmanım elbette Türk Dili ve Edebiyatı dersleriydi. Ben dili tam sökmeye çalışıyorum adam bana divan edebiyatından bahsediyor, teşbih-i beliğ diyor, deyimler ve atasözleri diyor. “Dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” lafını ilk duyduğumda La Fontaine bir gün içkiyi fazla kaçırmış farelerden ve aslanlardan dağlara geçiş yapmış diye düşündüm. “üzüm üzüme baka baka kararir”, “Küçük dağları ben yarattım” ne demek istiyor bu insanlar? “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” bu nedir?

Neyse şöyle böyle hallettik o işleri, yıllar geçti artık blog bile yazıyoruz. Amma ve lakin, gelin görün ki (Türkçe öğretmenim bunları yazdığımı gorse mutluluktan ağlardı) halen anlamadığım iki şey var.

1- Saç rengi / ten rengi olayı
İngilizce’de birisinin saç rengi sorulduğunda black(esmer), brown(kumral), blonde(sarışın) vs. denir. Ten rengi sorulduğunda fair skinned(açık tenli), dark skinned(koyu tenli) denir. İşte burada benim kafam karışıyor. Bir kız görüyorum saçları simsiyah, teni bembeyaz, diyorum ki “Kız esmer”, diyorlar ki “Ne esmeri? Kızın teni bembeyaz!” e saçları ne o zaman? Saçları kahverengi olan teni koyu olan birisine kumral diyorum, yok esmer diyorlar. Bu konuda bilgilendirilmek istiyorum. Ancak en önemlisi ikinci konu.

2- Gün alma olayı
İngiliz kültürünü ve Türk kültürünü biliyorum, kalkıpta bilmediğim şeyler hakkında yorum yapacak değilim ama Türkiye’deki “bilmem kaç yaşından gün alıyorum” konseptinin dünyanın başka bir yerinde olduğunu sanmıyorum.
Benim bildiğim “Kaç yaşındasın?” sorusunun cevabı tam sayı olmalı. İngilizce öğretiyorum, sınıfta öğrencilere sorduruyorum:
“Mehmet, Ayşe’ye yaşını sor.”
“Ayşe, how old are you?”
“Ayşe, sen de yaşını söyle.”
“… …”
“Ayşe yaşını bilmiyorsan İngilizce’den once öğrenmen gereken çok başka şeyler var.”
“Hocam 25’ten gün alıyorum nasıl diyeceğim?”
“Şöyle diyeceksin Ayşe: 24 yaşındayım.”
Evet ısrar ediyorum, yaş konusunda gün almak diye bir konsept yoktur, olmamalıdır, bu düşünceyi reddediyorum.

Bu iki husus dışında Türk kültürüne ve Türk diline tamamen adapte olduğuma inanıyorum, arada dil sürçmeleri oluyor tabi, terzi’ye terazi dedim geçen gün, neyseki terzi’nin yüzüne söylemedim bunu…

Wednesday, October 7, 2009

Müjdeymiş !!!

"Müjdemi isterim"
Telefondaki ses böyle diyordu. Barcelona'ya giden iş adamı yanına tercüman arıyormuş, piyango bana çıkmış. Piyango tabi, başka bir şey olabilir mi? Barcelona'ya gideceksin bir defa, dünyanın sayılı şehirlerinden biri, değişik bir kültür göreceksin. Otelin, yemenin, içmenin masrafı da karşılanacak, tercüme karşılığı para da kazanılacak. Bundan öte müjde mi olur?

İş adamıyla buluşulur, kongre varmış, tıbbı meseleler, baştan söyledim ben bu işin tekniğinden anlamam diye, sorun olmaz dedi. Bir de neticede İspanya'ya gidiyoruz, bende İspanyolca yok, sorun olmaz zaten tüm iş görüşmeleri İngilizce yapılacakmış. E ben zaten İngiltere doğumluyum. Madem öyle o zaman her şey şahane, sözlükte müjde kelimesinin karşılığına baktım, benim vaziyeti anlatıyor, yanında da benim resmim var altında "ballı ip*e" yazıyor.
İşle ilgili bilmem gereken bir şey var mı diye sordum, Görüştükleri bir İngiliz şirket varmış, onunla anlaşmak üzere olduklarını, orada son noktayı koyacaklarını söyledi, yazışmaları verdi okudum hazırlandım her şey tıkırında.

Hemen internetten Barcelona hakkında araştırmaya daldım. 3 şey var göze batan:

1- Antoni Gaudi isimli mimar, Barcelona'lı, hayatı Barcelona'da geçmiş, şahane eserler bırakmış, başta Sagrada Familia olmak üzere bir çok leziz bina yapmış, gidilesi görülesi.

2- La Ramblas isminde uzunca turistik bir cadde var, İstiklal Caddesi gibi, şenlikli eğlenceli.

3- İnternetten araştırma yaparken benim için ciddi bir referans noktası ekşi sözlük'tür, baktım bir çok kişi "Barcelona'ya gidince hemen fark edeceksiniz İstanbul'a çok benziyor" demiş. İstanbul'dan zerre hazzetmeyen birisi olarak kıllandım ama olsun sonuçta müjde bu müjde!!!

İstanbul'da buluşulur, işadamı'nın bir de yardımcısı bir abi var, toplam 3 kişiyiz. Barcelona'ya inilir, en dikkat çekici şey havaalanında tüm yazıların Katalanca olması, altta İngilizce, onun da altında İspanyolca yazıyor. Havaalanında taksiye bindik, taksici abiye otelin adresini verdik, taksici abi İngilizce bilmez, bir şeyler sorulur, o günün Katalunya milli bayramı olduğu ve her yerin kapalı olduğu öğrenilir.
Otelde kendini beğenmiş resepsiyonist bi abi vardı, bir harita verdi, nerede ne var, nasıl gidilir vs. hepsini anlattı. Üstümüzü değişip caddelere verdik kendimizi. Yaklaşık 1 saat dolaştıktan sonra şu tespiti yapabildim:
Barcelona'yı İstanbul'a benzetenler, Abdullah Gül'ü George Clooney'e benzetenlerle aynı kişilerdir.
Ben hayatımda bu kadar nizam-intizam manyağı bir şehir görmedim. İstanbul'a en az benzeyen şehir olabilir hatta. Şehir planlaması insanlar değil cetveller tarafından yapılmış gibi.

Neyse La
Ramblas'ta gezdik, sahile indik bi yerde yemeğe oturduk, iş adamı abi tedirgin "aman domuz yemeyelim" İngilizce menü yok, garsonlarda çat pat İngilizce var tavuklu bir yemek isteyebildik, ben tabi ultra turist modunda milli yemek Paella istedim. Pilavın üzerine o gün denizden ne tutmuşlarsa koymuşlar, bir kaç midye, bir kaç karides, bir de en ortada Norveç Istakozu olduğunu sonradan öğrendiğim, bizde böcek diye bilinen 25cm uzunluğunda yarım saat uğraşıp 3gr et yiyebildiğim bir şey. Bir daha yer miyim? Yemem. Olsun, gittik yerinde yedik. Yemeğin yanında bira içtik, İspanya'nın her yerinde bulunan, bir nevi Efes Pilsen'i Estrella Damm içtik, sevmedim, tadı acı, neyse Çeşit çeşit bira var nasıl olsa, ikincide Heineken içtik, durumu kurtardık.

Alış veriş merkezi bulduk, içinde Barcelona Store (FCBOTIGA) var fırsat bu fırsat kendime forma aldım, iş adamı abi de çocuğuna forma aldı, çocuk bir buçuk yaşındaymış, forma minnacık bir şey, arkasına isim yazdırmak istedi, görevli bayan bu formaya 5 harf sığar dedi. İş adamı abi soruyor bana ne yapıcaz diye (halbuki ben tercüman'ım)
"Çocuğunuzun ismi ne abi?
"Hüseyin Efe."
"Hangi ismi kullanıyor?"
"Ben Hüseyin diyorum ama herkes Efe diyor."
"O zaman Efe yazalım abi."
"Evet öyle yapalım."
Formaya Efe yazılır. Geldiğimiz yoldan geri dönerken akşam yemeği için bir yere otururuz, bir heyecan bir kargaşa, aman domuz eti yemeyelim diyoruz, garsonlar İngilizce bilmiyor. Hareketlerle sormaya çalışıyorum, balık mı bu? Tavuk mu? Domuz mu? (Burada yaptığım hareketleri kendiniz hayalinizde canlandırmakta serbestsiniz) Anlaşamıyoruz, bir yanlışlık olur domuz yeriz diye kalkıyouz. Gidiyoruz başka bir mekana, burada İngilizce menü var, güvendeyiz, abiler yine tavuk yiyor, ben domuz yiyorum.
"Aaa sen domuz mu yiyorsun?"
"Evet, domuz en iyi şey bence."
"Hadi ya, aman sen bilirsin, bize birer bira söyle."
Bira söylenir, aman Estrella Damm olmasın, Carlsberg varmış, içtik(ayıptır söylemesi).
Ertesi gün fuar başlıyor sabah 6.30'ta kalkmamız istendi iş adamı abi tarafından, kalktık, otelin kahvaltısında 20 çeşit füme domuz eti var, onlardan uzak duruyoruz tabi, bu İspanyollar da amma domuz yiyor geyiği dönüyor, kahvaltımız Kivi-Ananas-Meyveli yoğurt-Cornflakes-Haşlanmış yumurta ekseninde oluyor.

Fuar'a gidilir, İngiliz firmayla görüşülür, iş bağlanır, kendim de İngiliz olduğumdan orada temsilciyle geyiğin dibine vurulur, futboldan girilir karı-kız muhabbetinden çıkılır. Görüşmeden sonra iş adamı abi tespitini yapar.
"Senin İngilizce bayağı iyiymiş"
"Eee... sağol abi."

Fuarda 100ün üzerinde katılımcı firma var, hangisine ne amaçla gidilecek, ne konuşulacak hiç bir plan program yok, rastgele geziyoruz "Aaa şunlarla görüşelim" deyip standa gidiyoruz. Bir-iki yerle görüştükten sonra bir Japon firmasının standına geliyoruz, Japon abla heyecanla bizi karşılıyor, nasıl yardımcı olabilirim diyor.İş adamı abi diyor ki:
"Diyelim ki; Türkiye'den geliyoruz.. kafana göre bir şeyler anlat işte."
"Eee, abi öyle kafama göre ne anlatayım? Siz söyleyeceksiniz ben çevireceğim, ben tercümanım sizin şirketin temsilcisi değilim ki!"
Oflamalar poflamalar arasında iş adamı abi konuşur, sanki uluslararası fuara zorla gelmiş, buraya gelebilmek için bir dünya masraf yapan başkasıymış gibi.

Her stanttan beleş ne veriliyorsa 10'ar tane alınır, kataloglar, CD'ler, kalemler, Jelibon paketleri, lolipoplar... "Abi ne yapacaksınız bu kadar şeyi?" diye sordum "Oğlum beleş bulduğun şeye atlayacaksın, seni nasıl yetiştirdi ailen?" İşin daha da kötüsü her aldıklarını benim taşıdığım çantaya koyuyorlar çanta oldu 20 kilo, omuzda durmuyor, stanttan standa gidiyoruz, devamlı ayaktayız, yük de olunca ayaklar davul gibi şişti. 8 saat fuarda plansız programsız gezildikten sonra çıkılır, taksiyle otele dönülür.

Üst-baş değişimden sonra yemeğe çıkılır, "Aman domuz yemeyelim" her lokantaya girişte bir heyecan bir hengame domuz yemeyeceğiz diye. Her yerde adam başı 4 bira içiliyor, aman Estrella Damm olmasın. Toplam 6 gün Barcelona'da kaldık lokantalarda yaşadığım stresi yemin ediyorum başka yerde yaşamadım.

Neyse 6 günü böyle tek tek anlatmanın alemi yok belli başlı olayları aktarayım.

Bir diğer gün Barcelona'nın stadı Nou Camp'a gittik, yine dükkanda geziyorduk, diğer oğluma forma alacağım dedi iş adamı abi. Diğer oğul 3.5 yaşındaymış. Yine ufacık bir forma aldık, yine isim yazdıracağız. Kaç harf sığar? 6.
"Ne yapacağız?"(Bak gene)
"İsmi ne abi?"
"Hüseyin İnanç.
"Hangi ismi kullanıyor?"
"Ben Hüseyin diyorum ama herkes İnanç diyor."
"O zaman İnanç yazalım abi."
"Evet öyle yapalım."
Forma alımları 5 gün arayla yapıldığı için o an hemen anlayamamıştım ama, evet, abimiz iki oğluna da Hüseyin diyor.


Aman domuz eti yemeyelim stresinden dolayı ben artık sırf kıllığına her gittiğimiz yerde domuz yeme başladım. Bir gün taksideyken bir kilisenin önünden geçiyorduk ve iş adamı abi bana ciddi ciddi sordu (şaka yapmadığından emin olabilirsiniz)
"Kiliseye gitmek istiyorsan burada durabiliriz, biz bekleriz sorun değil."
"Kiliseye neden gitmek isteyeyim abi?"
"Hani domuz yiyorsun ya kiliseye de gidersin diye düşündüm."

Fuarda güneş gözlüğü satan bir firma vardı, hepimiz gözlük aldık, akşam üstü diyalog gelişti. İş adamı abi:
"Sen ne renk gözlük aldın kendine?"
"Ben kendime almadım abi eşime aldım."
"Kendine niye almadın?"
"Ben oldum olası güneş gözlüğü sevmem."
"Göte bak güneş gözlüğü sevmiyormuş"
(olaya tercüman diye başladık 'göt' olduk, hem de hiç yoktan)

Bin bir türlü lokantaya gittik, onlarca litra bira içtik (aman Estrella Damm olmasın) iş adamı abinin bana garsonlardan devamlı istettiği şeylerin listesi:
Sigara böreği
Arnavut ciğeri
Yeşil Zeytin
Tuzlu fıstık
Eski kaşar
Yaprak sarma
Bir de garsonların çoğunun İngilizce bilmediğini hesaba katarsanız düştüğüm durumları daha iyi anlayabilirsiniz. Bir lokantada yeşil zeytin geldi, herkes birer tane yedi, zeytinlerin içinde bir şey var "AMAN DOMUZ OLMASIN" garsona sordum, somon dedi. E güzel değişik bir şey, içi somon dolgulu yeşil zeytin. Hayır iğrençmiş, geri gönderecekmişiz, benim beğenmiş olmamın bir kıymeti yok, zeytinler geri gönderildi.

İspanyol lokantaların sağladığı meze hizmetlerini beğenmeyen iş adamı abimiz markete gidip kendi mezelerimizi almamız gerektiğine karar verdi. Süpermarkete girdik, zeytinlere bakıyoruz, bir kavanoz yeşil zeytin var, üzerinde resim, zeytinler ve kocaman bir kırmızı biber. İş adamı abi beni çağırır.
"Bunların içinde ne var?"
"Eee, üzerinde kırmızı biber resmi olduğundan, içleri biber dolgulu olduklarını düşünüyorum."
"Öyle mi? O zaman alalım."
Açıkta satılan peynir reyonuna gidiyoruz.
"Sor bakalım eski kaşar var mı?"
Allahtan reyonun ön tarafında eski kaşar vardı da anlatmak zorunda kalmadım, işaret ettim şundan istiyoruz diye.
"Ne kadar alalım abi?"
"Şu kadar."
"Abi gramaj söylersek daha iyi olur."
"Ne bileyim gramajı? Şu kadar iste işte."

Bir sabah otelde kahvaltı ediyoruz, iş adamı abi haşlanmış yumurtasını bir güzel soydu, bıçağıyla küçük küçük parçalara doğradı, bir parçayı çatalına taktı, tam ağzına götürüyordu ki bir an duraksayıp bana baktı ve sordu:
"Bu domuz yumurtası olmasın?!?!"
İşte o 1 saniye içinde yaşadıklarımı mümkün değil yazıyla ifade edemem.

Çok uzun oldu, Barcelona'da minimal turizm maksimum işkence yaşadım. Türk iş adamlarının profesyonellikten uzak, keyfi ve bir o kadar da saçma iş yaşantılarını gördüm. Ünlü binaların 3'ünü falan görebildik.

Bu blogdan ne mi öğrendiniz?
1-Her müjdeye yeni gelin gibi atlamayın.
2-Estrella Damm içmeyin!!

Sunday, October 4, 2009

pints of Guiness make you strong

madem bu zikkimi sevioruz, ustelik siklikla da James gibi hissedioruz. O zaman hepimizin serefine AgainstMe! baarsin; uzun yillar soora ilk defa depresif gecmeyen bir pazar kutlu, icimizdeki irlandalilar'a da binselam olsun.