Tuesday, August 17, 2010

Fethiye tatili

Bir buçuk ay kadar önce hanımla birlikte bir haftalık tatilimizi değerlendirmek için Fethiye'ye gittik. Oldukça uzun süren bir yolculuğun sonunda Fethiye otogarına indiğimizde Çalışlar plajına nasıl gideriz diye sorduk ve ilgili minibüse yönlendirildik. Çalışlar plajında bulunan öğretmenevinde kalacaktık, elimizde adres vardı ama tabi yol yordam bilmiyoruz. Minibüse bindik, şoförden rica ettim öğretmenevine varınca haber verir misin, biz yol yordam bilmeyiz dedim. Tabi dedi.
Elimizde adres var, 1054. sokak. Oldum olası numaralı sokakları sevmişimdir, gideceğin yere yaklaşıyor musun, uzaklaşıyor musun, ne kadar yolun kaldı anlaması kolay oluyor. Nitekim minibüste ilerlerken bir yandan sokak numaralarına bakıyorum, yedi yüz bilmem kaçıncı sokak, sekiz yüz bilmem kaçıncı sokak, dokuz yüz bilmem kaçıncı sokak derken dedim aha yaklaştık. Sonra bir de baktım bin iki yüz bilmem kaçıncı sokak! Aha kaçırdık! Şoföre seslendim "Kaptan öğretmenevi'ni geçtik mi?" Minibüz ani bir fren yaptı. "Abicim be öğretmenevi bir kilometre geride kaldı." Bi an uyklusuzluk, sıcak hava ve bilmem kaç yüz kiloluk bavulu bir kilometre götürme düşüncesinin birleşmesiyle sinirim tepeme vurdu, tam şoföre sitem edecektim (evet gerçekçi olalım, en sinirli anımda bile yapacağım şey sitem etmek) minibüsün arkasından yaşlıca bir kadın "Evladım önceden söyleseydiniz ya! Öğretmenevi taa nerede kaldı." diye akıl vermeye başladı. Bi an kime ne diye çemkireceğimi şaşırıp bavulu alıp minibüsten indim, hanım arkamdan inerken şoför seslendi "Sizi şöyle alalım" ve kendi solunu işaret etti. Ne diyo lan bu lavuk diye düşünürken minibüs bastı gitti, bir baktım öğretmenevinin önündeyiz! Hadi şoförün bir derece makaraya alması neyse de arkadaki yaşlı teyzenin olaya anında müdahil olup bizimle geçilen taşşağa katılması ayrı şaşırtıcıydı. Hanıma dedim bu Fethiye insanı bi garip, bunlar bizi uğraştıracak gibi, ve öğretmenevine girdik.

Öğretmenevinde 1 ay önceden rezervasyon yapmamıza rağmen sanki çat kapı gelmişiz gibi bize oda ayarlamaya çalıştılar. Nitekim 2 kişi olmamıza rağmen 3 kişilik oda verdiler. Odanın manzarası şahane, tam sahile bakıyor, konforu süper olmasa da oldukça yeterli, zaten odada mı duracağız? Gezmeye gelmişiz.
Bavulu bırakıp kendimizi sahile saldık, hemen İngiliz usulü kahvaltı tüketme peşindeyiz. Sahilde sıra halinde lokantalar var hepsi İngiliz kahvaltısı veriyor. Bir tanesine girdik. İngiliz kahvaltısı si,pariş ettik.
"Pastırması domuz eti biliyorsunuz değil mi?"
"Evet biliyoruz."
"İsterseniz değiştirebiliriz."
"Yok domuz istiyoruz biz, çay da sütlü olsun."
Yoksa İngiliz kahvaltısının ne esprisi kalacak öyle değil mi sevgili okurlar (yoksa sevgili okur mu desem? Kaç kişi okuyor ki bunu?).
Kahvaltımızı ettik sahili dolaşmaya başladık, kimseler yoktu ortalıkta ama her yer İngiliz turistlere yönelikti. Menüler İngilizceydi ve İngiltere'de popüler olan yemekler vardı. Bakkallarda İngiliz gazeteleri satılıyordu. Lokantaların önünden geçerken "Hello, Welcome" diye sesleniyorlardı.

Bünyeleri plaja verdik. Yattık şezlonglara yemeği hazmedelim de denize girelim peşindeyiz. Ufukta bir adam gördüm. Tıknaz, beyaz şapkalı, şortlu, Lacoste yaka tişörtlü, 40 yaşlarında bir adam ve elinde tepsi var. Bu adamlardan Türkiyenin sahili olan her yerinde
görebilirsiniz. Bu adamlar %95 ihtimalle tepsisinden simit satıyordur. %5 ihtimalle de elma şekeri, kağıt helva veya macun vardır. Adama uzaktan bakıyorum ve "Simiiit, taze gevrek simiiit" diye bağırmasını bekliyorum. Kumların üzerinde paytak paytak yürüyor, tepsisi elinde ama ses yok. "Allah allah bu adam neden simit diye bağırmıyor?" diye sordum hanıma. Hanım baktı, "Bitmiştir belki simitleri." dedi. Bitmiştir belki. Yani simitçi olduğunu nerden çıkardın diye sormuyor. Adamın her hali simitçi. Bağırmıyorsa simitleri bitmiştir. Adam yavaş yavaş yaklaşıyor, içime dert oldu, neden bağırmıyor simit diye. Gözlerimi üzerine sabitledim, bekliyorum bağırmasını, avazı çıktığı kadar "Gevreeeek simiiiit" demesini. Yaklaşınca benim ona baktığımı fark etti, ağzını açtı, işte geliyor dedim, ve bağırdı:
"Apple pie, cherry pie... Apple pie, cherry pie..."
Evet sevgili okur (kesin tek kişi okuyordur bunu) adam bildiğiniz elmalı ve vişneli turta satıyor plajda. İngiliz turiste adapte etmiş kendisini. Ben şoktan çıkana kadar adam yanımızdan geçip gitti, yiyemedim apple pie'ından, soramadım gevrek simidin yok mu diye.

Öğleden sonra İngilizler dökülmeye başladı. Çoğu 40 yaş üstü bembeyaz tenli İngiliz turistler kah restoranlarda oturmuş bira içiyorlardı, kah sahile uzanmış litrelerce güneş yağı sürülmüş vücutlarını güneşlenmeye bırakmışlardı. Klasik alt-orta sınıf İngiliz halkı, zengini zaten İspanya'ya veya Yunanistan'a gidiyor. İngilizceleri bozuk, eğitim düzeyi yerlerde, erkeklerin tamamına yakını saçı sıfıra vurmuş, alayı dövmeli, kızların aklı bir karış havada. Önyargıdan, ırkçılıktan ve stereotiplerden uzak bu tespiti yaptıktan sonra olaylara dönelim. Fethiye'de sahillerdeki insanların %99'u İngiliz. Arada bir Türk veya başka memleketten turiste rastlayabiliyorsunuz. İki binden fazla İngiliz ev sahibi varmış ve her yıl bu sayı artıyormuş. Bu durumdan dolayı her şey İngilizlere göre ayarlanmış, yemekler, eğlenceler, fiyatlar vs. Bir lokantanın önünden geçerken Türk olduğumuzu anladıklarında kimse bizi iplemiyordu ama İngiliz geçince garsonlar hemen yavşıyordu. Bu durum hanımı sinir etmişti, biz müşteri değil miyiz yaw bizi niye iplemiyorlar diye söyleniyordu ama o da biliyordu ki bizim paramızın üstünde Kraliçe Elizabeth'in resmi yoktu.
Bir gün tekne turu yaptık, çevredeki adaları gezdik ve durup yüzdük. Çok güzel koylar ve sahiller var sevgili okur (okur diyorum ama, Mehmet sensin di mi bunu okuyan?) Fethiye'ye gidecek olursan tavsiye ederim. Bir yerde tekne durdu yüzme molası için, durduğumuz yerde ufak bir kayık vardı, kayıkta başörtülü şalvarlı bir abla sacda gözleme yapıyordu. Bizim tekneden İngilizlerin indiğini görünce başladı bağırmaya:
"Pancakes, lovely pancakes. Strawberry, banana, honey. Get your pancakes."
Bir kaç kişi başına toplandı gözleme istediler, kadın arkasındaki arkadaşına dönüp o kadar bozuk bir Türkçe ve ağır bir şiveyle konuştu ki ne dediğini anlayamadım. Ama İngilizcesi mükemmeldi. Bir 'banana' deyişi var ki beni benden aldı.
Bir de tabi Fethiye'ye gitmişken Ölüdeniz'e gitmemek olmaz. Minibüsten indik, sahile adımımı attım durdum bir etrafa bakayım ne var ne yok diye, bir anda bir karartı oldu. Hani güneş tutulması olur ya onun gibi. Ne oluyor yaw demeye kalmadın üzerime yamaç paraşütü indi. Paraşüt bir yanıma, adam öteki yanıma, ipler komple üstüme. Lan dedim adamı delirtmeyin bu Fethiye insanı nedir böyle minibüs şoförü ayrı yolcu teyzesi ayrı paraşütçüsü ayrı manyak.

Ölüdeniz sahili güzeldi, Konyaaltı kadar olmasın, denizi de bayağı iyiydi. Tabi burada da İngilizler var her yerde. Yan şezlonglarda bir aile vardı. Anneanne olanı otelde nasıl Efes Light'ın küçük şişesinin 7 liraya satıldığını ve marketten büyük şişeyi 2 buçuk liraya alabildiğini anlatıyordu damadına. (Evet ailelerini komple çözdüm, Anneanne - Dede, kızları - damatları, bir de çocuk.) İngiltere'ye gidince bu Efes Light'ı özlüyorum buraya her geldiğimde sabah akşam içiyorum diyordu kadın. Allah allah dedim İngiltere'de 30 çeşit bira var yok mu Efes Light muadili? Bir an için düşündüm kadına gidip "Ben sana kış boyu Efes Light yollayayım sen bana Guinness yolla" diye teklifte bulunacaktım ama vazgeçtim. Ben yandaki ailenin konuşmalarını dinlerken tabi bir yandan 17-18 yaşlarında gençler ellerinde buz dolu sandıklarla plajdakilere bir şeyler satma peşinde.
"Kolt Dirinks.. Kolt Dirinks.."
"Slush Puppy.. Slush Puppy, Ays Kafeeee" (Ice Coffee olacaktı)
"Ays Kriiim.."
Belli ki bu gençler yeni, aksan daha oturmamış. Anlaşılan yeni gelenlere sandık taşıttırıyorlar. Fethiye'deki işçi gelişimi böyle demek ki. Yeni gelenler sandık taşıyor, seyyar satıcı rolünde. Aksan oturunca lokantaya geçip garson oluyorlar.

Bir günümüzü Ölüdeniz'e verdikten sonra akşam Öğretmenevine döndük. 3 çeşit tabildot yemek veriyorlar her akşam, yedik oturuyoruz, arkadaş vardı Fethiye'de yaşayan gelip bizi alacak bir yerlere gideceğiz. Telefon açtı geldim diye biz de yanına gittik. Oturduk sohbet muhabbet derken gece 12 gibi öğretmenevine döndük ve fark ettim ki biz akşam yemeğinin parasını ödemeyi unutmuştuk. Bir panik ve utanç halinde aşağıya indim ve Chevy Chase'e benzeyen şef garsonu buldum.
"Ya ustam biz akşam yedik içtik ödemeden kalkmışız kusura bakma."
"Olur mu hocam asıl siz kusura bakmayın."
"Nasıl yani?"
"Ben özür dilerim hocam."
"Ben hesabı ödemeyi unuttum, sen neden özür diliyorsun?"
"Olur öyle bazen hocam, kusura bakmayın."
Bir şaşkınlık halinde parayı ödedim ve sonradan fark ettim ki bu şef garson devamlı özür diler halde ve mahçup durumda. Öğretmenevi sakinlerinin %80'i emekli öğretmen, biraz eski kafa, devamlı çalışanları eziyorlar. Bu şef garson da alışmış ezilmeye, ben hesabı ödemeyip gidince bile benden özür diliyor, kusura bakma diyor. Üzüldüm adama.

Derken tatilimizin sonuna geldik. Eğlendik, dinlendik. Güzeldi Fethiye fakat bir daha gitmesem çok da üzülmem. Hele kendi arabam yoksa hiç gitmem, ne uğraşacam o minibüs şoförleriyle..

Friday, July 23, 2010

Itinayla bardan atilirim

Evet itinayla kendimi bardan attiririm. Ama bi sor neden?

Simdi burada her Haziran'in ilk pazarinda grand old day die bi sokak festivali vuku buluyor. Yillardir Grand Caddesi'nde gerceklestii icin adini ordan aliyor, gecen seneki ultra bayikti, cadde boyu yuruyosun asagi yukari. Buyuk goguslu, aslen iskandinav sarisari genc kizlar, ustu cibil kasli delikanlilar yuruo ole. Bi numara yok yani. bi tek Miss Teen Minnesota ile kaynasip fotograf cektirmem siradisiydi -- o da sarhos arkadaslarin godosluudur, o da ayri mesele.

Bu sene organizasyon caddeyi 4'e bolup son kismina entertainment zone adini vermis. E haliyle yasi tutan herkes oraya akmis. 4 sokakta bir bi sahne ve 3-4 grup calio, sahne alanlarina para verip giriosun ve her sahne bi bar tarafindan sponsor edildii icin solememe gerek var mi, millet fevkalade sarhoj. O derece ki "aga bi turkce konussana" "oha lan ne super dil" die sasirip/takdir eden tipler bile mevcut.

Problem de bu noktada cikiyor zaten: mekana gec geldiim icin sarhoj diilim ve kodumun organizasyonu "yiyecek kuponu" die bi zikkim cikarmis sadece onlarla icki alabiliosun. Utanmadan saat 6'da icki ve yiyecek stantlari kapandi. E sonra millet niye azitti, die sasirolar bi de. O sahnelerin olduu sokaklardan sarhoj bi kitle Grand'e akti haliyle, herkes "ickiea" die anirarak barlara saldirmakta, Fuckda polis kontrol elden gidiyo die cosup milletin ustune at dehlemekte. Ben kosede "amua kodumun polisi ne istionuz lan milletten" die turkce sovmekteyim, nasi olsa kimse anlamaz die. Manzara budur.

Yanimdaki disiye o sinirle "bana bar bul yoksa kavga cikaririm, polis atinin kicini saplaklarim, bar bul" die cemkirmisim. Tabi kendisinin o esnada coktan astral seyahatlara ciktiini unutarak.
"Kolay yavrum, surdan gel" dedi ve bi bara yoneldik, haliyle onunde halkekmek kuyruu var. girdik kuyruga, disi alcak bar camini gostererek "giremezsin di mi" die gazi verdi. o anda bir anime karakteri edasiyla su borularina basarak hophophop 3 hamlede barin icine damlayiverdim camdan. lakin yere konmamla...

...birinin ensemden tutup beni havaya diklemesi bir oldu. zeballah gibi korumayi gorunce aazimdan once yavru kopek viyaklamasi (eiyk) soora da gayri ihtiyari "abi! I mean man" cikivermis. Herif beni ve benden evval iceri giren baska bi kizcaaizi ensemizden surekleyerek kapiya firlattii gibi kapidaki korumaya da "bu kodumun ipnelerini siradan gelseler bile iceri almiicaksin" talimatini verdi.

Aradan iki gun gecti, gazi veren disiye meseleyi anlatirken "senin yuzunden bardan atildim yae" tepkime "yok ole bisey! hatirlamiorum ki ben" die karsilik verdi sadece.

Sunday, April 25, 2010

Domiziano'nun gunduz dusleri

Sydney A Night of Horror korku filmleri festivali vardi gecen hafta. Bu sene dorduncusu duzenlenen festival, uzun metrajli filmlerin yaninda kisa film gosterimleri, ozel partiler vs falan da iceriyor. Ben gecen seneki festivalde yaklasik on tane seansa gitmistim - hatta surada da yazdim izledigim filmlerle ve festivalle ilgili izlenimlerimi. Bu sene de yazmayi dusunsem de, tembellikten gecen senenin yarisi kadar film izledigim icin ve acar festival takipcisi moduna giremedigim icin, pek istekli degilim.

Neyse, sebeb-i post'um, festivalde izledigim bir film hakkinda iki kelam etmek. Bilenler bilir, The Room diye bir film var - gelmis gecmis en kotu film olarak biliniyor, hani "o kadar kotu ki, iyi" durumu vardir ya, bu film o kategoride degil! Bildiginiz kotu! Merak edenler icin fragman soyle bir sey:



Bahsedecegim film, The House of Flesh Mannequins, The Room ile ruhdas, derin felsefe yapmak istiyor, hayat hakkinda bir seyler soylemek istiyor, fakat diyaloglar ve oyunculuk o kadar sig ki, olmuyor. Senaryoda bir "David Lynch bizim amcaoğlu olur" havası var, ama David Lynch nere bu film nere... Icerdigi gercek "self-mutilation" sahneleriyle tartisma yaratmaya calisiyor gibi - ayni nedenden bir "izlemek her babayigidin harci degil" aurasi da var filmin etrafinda. Ve fakat guluncluk bu aura'yi delip geciyor, son tahlilde. Buyrun fragmana:



Ben filme kiz arkadasim, yakin arkadaslarimdan Onur ve Sydney'e yeni tasinmis olan bir baska arkadasimiz olan Can ile gittim. Onur film sirasinda oflayip puflamaya basladi - adam resmen azap cekiyor! Arada egilip bana filmle ilgili yorumlar yapiyor falan. Can'la da bu ikinci bulusmamizdi - "ulan yeni tanistigim adami getirdigimiz filme bak" modundayim biraz. Neyse film bitti, basrol oyuncusu ve yapimci Domiziano Archangeli sahneye cikti. Eleman cok rahat, uzun kariyeri boyunca pek cok unlu yonetmenle calismis ama ayni zamanda - kadinlar hapishanesindeki kurt adam gibi envai cesit tuhaf filmde de boy gostermis. Hani bu selebriti milletinde bir mutemadiyen kafam guzel hali vardir ya, mesleki deformasyon mudur, nedir bilmiyorum, Domiziano bundan mustarip. Insanlar film hakkinda negatif elestiri iceren sorular soruyorlar - Domiziano uzun uzun hayat hikayesini anlatiyor falan.

Benim niyetim soru-cevap kismi bitene kadar bekleyip Domiziano'yla tanismak ve kendisiyle bir roportaj yapmak icin sozlesmeye calismakti. Kendisinin kotu adam rolunde oynadigi Samurai Avenger filminin yonetmeni Kurando Mitsutake'yle bir roportaj yapmistim daha once, onun selamini soyleyecektim. Fakat Onur'un siniri iyice tepesine cikmaya basladigindan ("dalcam olm ben bu adama") ve de son treni kacirmak istemedigimizden sinemadan cikip evin yolunu tuttuk.

Yolda filmin muhabbetini yaptik - neyse ki bir sinema kurdu olan Can "abi beni nasil filme getirdiniz boyle" demedi. Fakat sonradan ogrendik ki biz trene bindikten sonra kendisi bir saatten fazla tren bekledikten sonra taksiye binmek zorunda kalmis - iste tahmin ediyorum ki orada biraz kufretmis olabilir bize!

Tuesday, April 13, 2010

Ahmet hoca

Bir kaç hafta önce Antalyaspor'umuzun bir Bizans takımıyla yapacağı maçı izlemek, izlerken de demlenmek üzere 2 arkadaşımla meyhane/bar/lokanta tarzı ne idüğü belirsiz bir mekanda buluşmaya söz verdik. Gittiğimde bir arkadaşım benden önce varmış ve mekanda tanıdık bulmuş, onunla oturuyordu.
Tanıdık bulmuş demek doğru değil aslında, tanıdık dediğim kişi buranın ünlü emekli fizik öğretmeni, ismine Ahmet hoca diyelim. Ahmet hoca en bir numara fizikçi olarak nam salmış, dershanelerin paylaşamadığı, ÖSS'ye hazırlanan öğrencilerin özel ders alabilmek için sıraya girdiği bir hoca. Aynı zamanda Ahmet hoca bu mekanın müdavimlerinden. Müdavim derken, dersinin olmadığı ve mekanın açık olduğu her saniye Ahmet hocayı elinde koca bir arjantin bardağı birayla ve önünde bir ufak rakı şişesiyle mekanda bulabilirsiniz. Ve evet, Ahmet hoca her daim birazcık sarhoştur. Öyle kör kütük değil, yürüyemeyip sağa sola çarpan, kavga çıkaran, kusan eden bir adam haline gelmez. Ama hiç bir zaman ayık da değildir Ahmet hoca. Yaklaşık 1.75 boylarında, iri yarı, şişman, yuvarlak yüzlü, Levent Kırca skecinden fırlamış gibi bir hali vardır.
Neyse işte mekada geldiğimde bizim arkadaş Ahmet hocayla oturuyor, masaya dahil oldum, son arkadaş da geldi.

Erdela: Ben açım, bir şey yiyecek misiniz?
Arkadaş 2: Evet ben de yiyeceğim.
Ahmet hoca: Buranın kavurması çok iyidir. Mutlaka kavurma yiyin. Kavurması meşhurdur buranın.

Konuşurken kolları sağa sola savrulur, sanki kavurmanın nasıl pişirildiğini gösterecekmiş gibi olur. Bir ara eli rakı şişesine çarpar, şişe devrilir.

Erdela: Tamam kavurma yiyelim o zaman.
Ahmet hoca: Kavurma yiyin tabi, buranın kavurması meşhur. İnsanlar taa nerelerden gelip kavurma yiyorlar burada.

Kavurma söylenir. Yenir. Güzeldir. Biralar tüketilirken bir yandan maç başlar. Bizim arkamızdaki masaya bir tabak balık gider.

Ahmet hoca: Aaa bak buranın balığı süperdir, ucuzdur da. Keşke balık yeseydiniz. Bana sorsanıza yemek söylemeden. Öyle kafanıza göre yemek söylüyorsunuz, güzelim balık orda duruyor.
Erdela: Hocam siz dediniz ya kavurma yiyin diye!
Ahmet hoca: Evet kavurması çok güzel buranın, özel bir yağı var onunla yapıyorlar. Yumuşacık oluyor. Buranın kavurması meşhurdur.

Zaman geçtikçe masadakiler kah maça bakıyor, kah geyik yapıyor. Ahmet hoca lafa girdi.

Ahmet hoca: Bakın size ne anlatacağım. Yıllar önce, Mustafa Kemal Paşa Bulgaristan'da bir pastanede oturuyor. Böyle lüks bir pastane. İçeriye fakir, pis kokan bir adam girmiş. Pastane çalışanları dışarı atmak istemiş adamı. Adam başlamış bağırmaya "Siz beni kovamazsınız, ben köylüyüm, bu tatlıları nasıl yapardınız benim yetiştirdiğim mahsül olmasa. Ben sizin efendinizim." Orada Mustafa Kemal Paşa bu olayı görmüş, yıllar sonra, "Köylü Milletin Efendisidir."
Erdela: Yani hocam diyorsunuz ki Türk milletinin efendisi Bulgar köylüsü mü?
Ahmet hoca: Hayır evladım yanlış anladın, genel olarak..
Erdela: Peki hocam Atatürk o pastanede kazandibi mi yiyordu sütlaç mı? Hikayenin inandırıcı olması için bu tarz detaylar şart.
Ahmet hoca: Bak sen asıl olayı kaçırıyorsun..

Ahmet hoca maalesef kafaya aldığımızın farkında değildi, devamlı açıklamaya çalışıyordu.
Derken arka masaya bir tabak kavun gitti.

Erdela: Bu mevsimde kavun mu olur yaw?
Arkadaş 2: İran kavunudur o.
Erdela: İran kavunu ne lan? Antalya'da sera'da yetiştirirsin İran'dan alana kadar.
Ahmet hoca: Ooo buranın kavunu bal gibidir bal. Siz burada bir kavun yiyin başka bir yerde bir daha kavun yiyemezsiniz. Ben size bir kavun ısmarlayayım.
Hep beraber: Hocam gerek yok ne kavunu.
Ahmet hoca: Yok yok ben size kavun ısmarlayayım. Bu kavunu yemeden burdan gidilmez. Bal gibi bu bal.

Kavun söylenir. Kavun gelir. Kavundan yeni. Dünyanın gelmiş geçmiş en tatsız tuzsuz kavunudur.

Ahmet hoca: Nasıl kavun?
Arkadaş 1: Hocam bok gibi (bu noktada arkadaş 1 artık alkolü fazla aldığından ağzı da bozulmuştur.)
Ahmet hoca: Eee bok gibi olacak tabi bu mevsimde kavun mu olur? Buldunuz da bunadınız!!

Akşam genelinde Ahmet hoca bu tarz konuşmalarla hem eğlendirdi hem sinirlendirdi. Arada biz yüz vermeyince yan masalardaki elemanlara sataştı onlar da he deyip geçti. Ahmet hocanın o halini görüncü düşündüm, inşallah ben yaşlanınca emekli fizik öğretmeni olmam dedim kendi kendime. Hem ben sözelciydim, fizikten anlamam, beni emekli de etmezler beter olurum dedim.

Antalyaspor da yenildi zaten..

Thursday, March 25, 2010

Tek fiyat

Dükkanın camına kocaman yazmışlar:
ŞOK ŞOK ŞOK
TEK FİYAT
NE ALIRSAN 5 TL 10 TL 15 TL

İçeri girip gördüğün ilk şeyi eline alıp soruyorsun "bu ne kadar?" diye.
Cevap geliyo "45 lira."

İşte ben buna kılım arkadaş..

Tuesday, March 16, 2010

R.I.P

"Limonata verdim, teşekkür bile etmediler" gibi bir çok hatırlanası Adamsendeci olayında başrol oynayan anneannem, 4 Mart 2010 günü sabaha karşı hayata gözlerini yumdu.
Zaten uzun zamadır çok hastaydı, açıkçası böyle bir haberi bekliyorduk.
Peki ama bunu neden buraya yazıyorum?
Öncelikle o günle ilgili komik/garip durumları kendimi kötü hissetmeden yazabilmem için yeterli zamanın geçmiş olmasından (benim vicdan muhasebemle "kırkı çıkmak" 12 günde oluyormuş demek ki), ve de tabi ki hep yazmak istediğim "hayata gözlerini yumdu" kalıbını kullanabilmek için.
Peki ne oldu..
Sabah 6 gibi kız kardeşim aradı, kötü haberi verdi. Giyindim, annem ve kız kardeşimle buluşarak Anneannem'in 2 yıldır yaşadığı huzur evine doğru yola çıktık. Annem haberi bir kaç saat önce almış, buluştuğumuzda nispeten sakinleşmişti.
"Oğlum bugün öğle namazından sonra gömülecekmiş."
"Hadi ya ayarlayabildiler mi hemen o işleri?"
"Neden aynı gün içerisinde gömüyorlar ki?"
"E anne koksa daha mı iyi?"
"Ama oğlum ya canlanırsa?"
"Anne, teknik olarak, canlanırsa zombi olur."
"Saçma sapan konuşma!"
"Peki."
Huzur evine vardığımızda teyzemler ve bir kaç kuzenim vardı. Anneannem'in cesedinin etrafına yatağının çarşafını atmışlar, yatağındaymış hala. İçeri girip bakanlar oldu, bana sordular neden bakmıyorsun diye. Ölü halini görmek istemiyorum, onu öyle hatırlamak istemiyorum dedim.
Bunu vurgulamakta fayda görüyorum.
ÖLÜ HALİNİ GÖRMEK İSTEMİYORUM, ONU ÖYLE HATIRLAMAK İSTEMİYORUM.

İki eniştem sabahtan beri işlemlerle uğraşıyormuş. Biri belediyeye gitmiş biri de mezarlığa. Telefon geldi cenaze namazı öğlen Maltepe camii'nde kılınacak diye. Bu haber üzerine herkes eve gitti, ben huzurevinde eniştemin dönmesini bekledim, yardımım dokunur diye.
Eniştem cenaze arabasıyla geldi. Arabanın şoförüyle birlikte tabutu kapının önüne kadar götürüp yere bıraktık. Cesedin tabuta taşınması gerekiyor. Cenaze arabasının şoförü abi oralı değil, huzurevi çalışanları oralı değil, eniştem 70 küsür yaşında. Arkamdan bir ses "Delikanlı hadi gel anneanneni kaldıralım."
"Ya ama ben..." dememe kalmadan bir de baktım anneannemi çarşafa sarmış tabuta taşıyorum. Güya o halini görmek itemiyordum.
Tabutu kapatıp tekrar arabaya taşıdık. Arabaya bindik. Belediyeye yıkanmaya götürüyoruz. Şoför abi konuşkan. "Abicim sakın ne bizim orda ne de mezarlıkta kimseye bahşiş vermeyin. Kesinlikle yasak. Bahşiş alanı ertesi gün kovuyorlar. Çok katı davranıyorlar. Millet annesini babasını kaybetmiş, acılı gününde yardımcı olanlara 3-5 bir şey vermek istiyor, gönlünden kopuyor yani, ama yok kesinlikle yasak. Gerçi belediye de haklı, diyor ki adam annesini kaybetmiş, bir de para mı ödesin? Tamam her şey ücretsiz olsun da, bahşişe neden karışıyorsun değil mi? Neyse abicim siz merak etmeyin, herkes profesyonel, orada her şey şip-şak halledilecek, siz rahat olun."
Gasilhanelerin olduğu yere geldik. Tabutu indirdik, gözlerim orada "her şeyi şip-şak halledecek profesyoneller"i arıyor. Bir abla geldi, "bu taraf getirin" dedi. İçeri taşıdık, gasilhanenin kapısına kadar getirdik, ben hala şip-şakçıları bekliyorum. "Siz yakını mısınız?" diye sordular, belli ki orada önüne gelen alakasız tabutları taşıyan yığınla adam var, sormak lazım. "Torunuyum." dedim, tamam getir dedi ve gasilhaneye girdik. Tabutun kapağını aç dedi. Açtım. Yavaş açtım ama, şimdi profesyoneller gelecek, ben onların işine karışmış gibi olmayayım, alınır profesyonel adam, işine sahip çıkar, "senin ne işin var lan burada?" diye bana çıkışır, ondan ağırdan alıyorum. Kapağı yere bıraktm. "Evladım ayaklarından tut da taşa koyalım."
"Ya ben aslında.."
"Hadi hadi, öğleye yetişecekmiş bu, vaktimiz yok."
Derken abla omuzlardan ben ayaklardan tuttuk musalla taşına koyduk.
"Sen şimdi git, 15 dakika sonra gel."
Dışarıda bekledik. Yıkaması bitince çağırdılar. Yıkadıktan sonra kefene sarmışlar. O haliyle yine bana taşıttılar taştan tabuta. Tabutu arabaya yükledik, şoför başkasıydı bu sefer, hoca da bindi arabaya, camiye doğru yola koyulduk. Hoca'nın yanında ufak bir amfi-mikrofon tesisatı var, dua okuduğu zaman için, cübbeyle tesisat görüntüde çok sağlam tezat oluşturuyordu. Google görsellerde "İslamic DJ" gibi bir arama yapsanız çıkabilecek bir resim gibi duruyordu adam. Camiye vardık, cenaze namazı kılındı, mezarlığa gidilecek. Ben kuzenimi alıp cenaze arabasına bindim tekrar, arabalarda kalabalık etmeyelim diye. Yol yaklaşık 10 dakika sürdü. Kuzenim hoca'ya kızlar toprak atabilir mi diye sordu. "Peygamber efendimiz aslında bayanların mezarlığa gelmesini bile uygun görmemiş ama, idare ediyoruz işte."

Mezarlığa vardığımızda henüz kimse gelmemişti. Bir görevli abi anneannemin mezarını açmış bizi bekliyordu. Mezar iki kişilik bir mezardı, 20 yıldır dedem yatıyordu mezarda, yanını kazmıştı adam. Tabutu arabadan aldık mezarın yanına indirdik. Hoca bana baktı, kuzenime baktı(19 yaşında benden uzun ve iri erkek), yeniden bana baktı "Evladım sen gir biz size verelim."
"Gir derken?"
"Mezara gir, biz buradan size indirelim."
Mezara girdim, tam tamına boyum kadar kazmıştı adam.
Buraya vurgu yapmak istiyorum. MEZARA GİRDİM.
Yukarıdan cesedi indirdiler, tutup yere bıraktık. Aceleyle çıktım. O arada annemler ve kuzenlerim gelmiş. Kürekleri aldık toprağı atmaya başladık, bir-iki dakika sonra kuzenim (26 yaşında, kız) yanıma geldi ve benden küreği istedi.
"Ben de toprak atmak istiyorum."
"Peygamber efendimiz aslında bayanların mezarlığa gelmesini bile uygun görmemiş ama.."
"Küreği ver ve defol."
Biraz dinlendim sonra tekrar küreği elime aldım.
Son 8-10 yılında oldukça bunayan, son 2-3 yılında çok hastalanan, bizi sık sık deli etse de bir o kadar da eğlendiren ve kesinlikle hiç bir zaman unutulmayacak olan anneannemi gömdük.

Thursday, January 21, 2010

What the fuck?

Rakı sofrasındayken İngilizcesi kıt arkadaşımın 2. dubleden sonra cola'ya dönmesi üzerine sinirlenip, rajon'un yılmaz bekçisi formatında "What the fuck?" diye çıkıştım. Cevap sorumun çevirisi formatında geldi: "Çük nedir?"