Sunday, April 25, 2010

Domiziano'nun gunduz dusleri

Sydney A Night of Horror korku filmleri festivali vardi gecen hafta. Bu sene dorduncusu duzenlenen festival, uzun metrajli filmlerin yaninda kisa film gosterimleri, ozel partiler vs falan da iceriyor. Ben gecen seneki festivalde yaklasik on tane seansa gitmistim - hatta surada da yazdim izledigim filmlerle ve festivalle ilgili izlenimlerimi. Bu sene de yazmayi dusunsem de, tembellikten gecen senenin yarisi kadar film izledigim icin ve acar festival takipcisi moduna giremedigim icin, pek istekli degilim.

Neyse, sebeb-i post'um, festivalde izledigim bir film hakkinda iki kelam etmek. Bilenler bilir, The Room diye bir film var - gelmis gecmis en kotu film olarak biliniyor, hani "o kadar kotu ki, iyi" durumu vardir ya, bu film o kategoride degil! Bildiginiz kotu! Merak edenler icin fragman soyle bir sey:



Bahsedecegim film, The House of Flesh Mannequins, The Room ile ruhdas, derin felsefe yapmak istiyor, hayat hakkinda bir seyler soylemek istiyor, fakat diyaloglar ve oyunculuk o kadar sig ki, olmuyor. Senaryoda bir "David Lynch bizim amcaoğlu olur" havası var, ama David Lynch nere bu film nere... Icerdigi gercek "self-mutilation" sahneleriyle tartisma yaratmaya calisiyor gibi - ayni nedenden bir "izlemek her babayigidin harci degil" aurasi da var filmin etrafinda. Ve fakat guluncluk bu aura'yi delip geciyor, son tahlilde. Buyrun fragmana:



Ben filme kiz arkadasim, yakin arkadaslarimdan Onur ve Sydney'e yeni tasinmis olan bir baska arkadasimiz olan Can ile gittim. Onur film sirasinda oflayip puflamaya basladi - adam resmen azap cekiyor! Arada egilip bana filmle ilgili yorumlar yapiyor falan. Can'la da bu ikinci bulusmamizdi - "ulan yeni tanistigim adami getirdigimiz filme bak" modundayim biraz. Neyse film bitti, basrol oyuncusu ve yapimci Domiziano Archangeli sahneye cikti. Eleman cok rahat, uzun kariyeri boyunca pek cok unlu yonetmenle calismis ama ayni zamanda - kadinlar hapishanesindeki kurt adam gibi envai cesit tuhaf filmde de boy gostermis. Hani bu selebriti milletinde bir mutemadiyen kafam guzel hali vardir ya, mesleki deformasyon mudur, nedir bilmiyorum, Domiziano bundan mustarip. Insanlar film hakkinda negatif elestiri iceren sorular soruyorlar - Domiziano uzun uzun hayat hikayesini anlatiyor falan.

Benim niyetim soru-cevap kismi bitene kadar bekleyip Domiziano'yla tanismak ve kendisiyle bir roportaj yapmak icin sozlesmeye calismakti. Kendisinin kotu adam rolunde oynadigi Samurai Avenger filminin yonetmeni Kurando Mitsutake'yle bir roportaj yapmistim daha once, onun selamini soyleyecektim. Fakat Onur'un siniri iyice tepesine cikmaya basladigindan ("dalcam olm ben bu adama") ve de son treni kacirmak istemedigimizden sinemadan cikip evin yolunu tuttuk.

Yolda filmin muhabbetini yaptik - neyse ki bir sinema kurdu olan Can "abi beni nasil filme getirdiniz boyle" demedi. Fakat sonradan ogrendik ki biz trene bindikten sonra kendisi bir saatten fazla tren bekledikten sonra taksiye binmek zorunda kalmis - iste tahmin ediyorum ki orada biraz kufretmis olabilir bize!

Tuesday, April 13, 2010

Ahmet hoca

Bir kaç hafta önce Antalyaspor'umuzun bir Bizans takımıyla yapacağı maçı izlemek, izlerken de demlenmek üzere 2 arkadaşımla meyhane/bar/lokanta tarzı ne idüğü belirsiz bir mekanda buluşmaya söz verdik. Gittiğimde bir arkadaşım benden önce varmış ve mekanda tanıdık bulmuş, onunla oturuyordu.
Tanıdık bulmuş demek doğru değil aslında, tanıdık dediğim kişi buranın ünlü emekli fizik öğretmeni, ismine Ahmet hoca diyelim. Ahmet hoca en bir numara fizikçi olarak nam salmış, dershanelerin paylaşamadığı, ÖSS'ye hazırlanan öğrencilerin özel ders alabilmek için sıraya girdiği bir hoca. Aynı zamanda Ahmet hoca bu mekanın müdavimlerinden. Müdavim derken, dersinin olmadığı ve mekanın açık olduğu her saniye Ahmet hocayı elinde koca bir arjantin bardağı birayla ve önünde bir ufak rakı şişesiyle mekanda bulabilirsiniz. Ve evet, Ahmet hoca her daim birazcık sarhoştur. Öyle kör kütük değil, yürüyemeyip sağa sola çarpan, kavga çıkaran, kusan eden bir adam haline gelmez. Ama hiç bir zaman ayık da değildir Ahmet hoca. Yaklaşık 1.75 boylarında, iri yarı, şişman, yuvarlak yüzlü, Levent Kırca skecinden fırlamış gibi bir hali vardır.
Neyse işte mekada geldiğimde bizim arkadaş Ahmet hocayla oturuyor, masaya dahil oldum, son arkadaş da geldi.

Erdela: Ben açım, bir şey yiyecek misiniz?
Arkadaş 2: Evet ben de yiyeceğim.
Ahmet hoca: Buranın kavurması çok iyidir. Mutlaka kavurma yiyin. Kavurması meşhurdur buranın.

Konuşurken kolları sağa sola savrulur, sanki kavurmanın nasıl pişirildiğini gösterecekmiş gibi olur. Bir ara eli rakı şişesine çarpar, şişe devrilir.

Erdela: Tamam kavurma yiyelim o zaman.
Ahmet hoca: Kavurma yiyin tabi, buranın kavurması meşhur. İnsanlar taa nerelerden gelip kavurma yiyorlar burada.

Kavurma söylenir. Yenir. Güzeldir. Biralar tüketilirken bir yandan maç başlar. Bizim arkamızdaki masaya bir tabak balık gider.

Ahmet hoca: Aaa bak buranın balığı süperdir, ucuzdur da. Keşke balık yeseydiniz. Bana sorsanıza yemek söylemeden. Öyle kafanıza göre yemek söylüyorsunuz, güzelim balık orda duruyor.
Erdela: Hocam siz dediniz ya kavurma yiyin diye!
Ahmet hoca: Evet kavurması çok güzel buranın, özel bir yağı var onunla yapıyorlar. Yumuşacık oluyor. Buranın kavurması meşhurdur.

Zaman geçtikçe masadakiler kah maça bakıyor, kah geyik yapıyor. Ahmet hoca lafa girdi.

Ahmet hoca: Bakın size ne anlatacağım. Yıllar önce, Mustafa Kemal Paşa Bulgaristan'da bir pastanede oturuyor. Böyle lüks bir pastane. İçeriye fakir, pis kokan bir adam girmiş. Pastane çalışanları dışarı atmak istemiş adamı. Adam başlamış bağırmaya "Siz beni kovamazsınız, ben köylüyüm, bu tatlıları nasıl yapardınız benim yetiştirdiğim mahsül olmasa. Ben sizin efendinizim." Orada Mustafa Kemal Paşa bu olayı görmüş, yıllar sonra, "Köylü Milletin Efendisidir."
Erdela: Yani hocam diyorsunuz ki Türk milletinin efendisi Bulgar köylüsü mü?
Ahmet hoca: Hayır evladım yanlış anladın, genel olarak..
Erdela: Peki hocam Atatürk o pastanede kazandibi mi yiyordu sütlaç mı? Hikayenin inandırıcı olması için bu tarz detaylar şart.
Ahmet hoca: Bak sen asıl olayı kaçırıyorsun..

Ahmet hoca maalesef kafaya aldığımızın farkında değildi, devamlı açıklamaya çalışıyordu.
Derken arka masaya bir tabak kavun gitti.

Erdela: Bu mevsimde kavun mu olur yaw?
Arkadaş 2: İran kavunudur o.
Erdela: İran kavunu ne lan? Antalya'da sera'da yetiştirirsin İran'dan alana kadar.
Ahmet hoca: Ooo buranın kavunu bal gibidir bal. Siz burada bir kavun yiyin başka bir yerde bir daha kavun yiyemezsiniz. Ben size bir kavun ısmarlayayım.
Hep beraber: Hocam gerek yok ne kavunu.
Ahmet hoca: Yok yok ben size kavun ısmarlayayım. Bu kavunu yemeden burdan gidilmez. Bal gibi bu bal.

Kavun söylenir. Kavun gelir. Kavundan yeni. Dünyanın gelmiş geçmiş en tatsız tuzsuz kavunudur.

Ahmet hoca: Nasıl kavun?
Arkadaş 1: Hocam bok gibi (bu noktada arkadaş 1 artık alkolü fazla aldığından ağzı da bozulmuştur.)
Ahmet hoca: Eee bok gibi olacak tabi bu mevsimde kavun mu olur? Buldunuz da bunadınız!!

Akşam genelinde Ahmet hoca bu tarz konuşmalarla hem eğlendirdi hem sinirlendirdi. Arada biz yüz vermeyince yan masalardaki elemanlara sataştı onlar da he deyip geçti. Ahmet hocanın o halini görüncü düşündüm, inşallah ben yaşlanınca emekli fizik öğretmeni olmam dedim kendi kendime. Hem ben sözelciydim, fizikten anlamam, beni emekli de etmezler beter olurum dedim.

Antalyaspor da yenildi zaten..