Monday, December 21, 2009

Camiler yarışıyor

95 senesinde Antalya'ya taşındığımızda o zamanın en işlek caddesi olan Atatürk Caddesi'nde bir cami inşaatı vardı. Sene 99 oldu ben ilim irfan peşinde İstanbul'a gittim cami inşaatı devam ediyordu.
Tatillerde Antalya'ya döndüğümde her önünden geçişimde bakardım inşaatına. Memleketimizde işlerin nasıl yarım yamalak yapıldığı, plansız programsız bir şekilde işlere girişilip sonunu getirememenin en güzel örneklerinden olarak görmüşümdür o cami inşaatını. Üniversite hayatımın ikinci senesinde Fındıkzade'ye taşındım. Orada da cadde üzerinde bir cami inşaatı vardı. Bölgenin yerlisi, şimdiki eşim, o zamanki kız arkadaşıma sordum "Bu cami benim çocukluğumdan beri böyle, bitiremediler bir türlü" dedi. O andan itibaren kafamda iki cami inşaatı arasında yarış başlattım, önce hangisi bitecekti? Antalya’daki cami mi yoksa Fındıkzade’deki mi? Ben kendi kendime bu heyecanı yaşarken inşaatlardaki çalışan abilerde zerre heyecan yoktu, daha doğrusu çoğu zaman inşaatlarda çalışan abiler ortalıkta yoktu. İşin bir de garip yani, iki cami’nin de çok küçük olmalarıydı, yani en azından bittiklerinde küçük olacaklardı. Hele hele Antalya’daki o kadar küçüktü ki içine İmam girse cemaat’e yer kalmaz o derece. Neyse yıllar geçti okul bitti ben İstanbul’da yerleşik hayata geçtim, bir gün fark ettim ki Fındıkzade’deki cami faaliyete başlamış. İnşaat bitmiş olmasına rağmen hiç bir yerini boyamamışlar, öyle tuğlalar ve sıvaların içinde kullanıma açmışlar. Hemen Antalya’daki kardeşimi aradım “Ohoo o cami inşaatı çoktan bitti” dedi. Gittiğimde gördüm, çok güzel, şirin bir şey olmuş Antalya’daki. Tam olarak hangisi ilk açıldı bilmiyorum ama dış görünüş itibariyle Antalya’daki cami kafamdaki yarışı kazanmıştı.
Şimdi yeni bir “bitmeyen bina” takıntım var, İstiklal Caddesi’ndeki alışveriş merkezi inşaatı. Gerçi o işin başında Demirören varmış, sittin sene olmaz o iş.

Friday, October 23, 2009

Rakı, şiş kebap çok güzel

Londra’dan kalkıp Türkiye’ye yerleştiğimizde 13 yaşındaydım. Başta dil problemi olmak üzere bir çok sosyal ve kültürel zorluk yaşadım, tabi bu zorluklar çoğunlukla okulda yaşanıyordu.
Annem sağolsun okulun 2. haftasında okula gelip öğretmenlerimle görüştü, durumumu anlattı, yardımcı olmalarını istedi. Vatandaşlık dersimizin hocası da “Tabi ben yardımcı olurum, derste onu bol bol konuştururum” demiş. Sanki haftada bir gün 40 dakikalık Vatandaşlık dersinde konuşunca Türkçem düzelecek. Neyse Annem bunu bana anlatınca bende bir tedirginlik başladı, vatandaşlık dersinin hocası bana ne soracaktı acaba? İki gün sonar vatandaşlık dersinde herkes uyurken ben pür dikkat dersi dinliyordum her an soru gelecek diye. Tabi beklediğim oldu.
“Erdela, söyle bakalım (cümleye girdikten hemen sonra tüm sınıf uyandı ve bana döndü, belli ki eğlence çıkmıştı) en iyi yönetim sistemi hangisidir?”
“Demokrasi”
“Peki neden demokrasi? Ben inanmıyorum demokrasi olduğuna bana anlat, beni inandır.”
“E demokrasinin iyi yanı bu, sen istersen inanmayabilirsin.”
Dedim ve sınıftaki herkes – öğretmen dahil – gülmeye başladı. Yanımdaki çocuğu sordum niye güldüklerini.
“Öğretmene sen denmez, siz denir”
Öğretmene baktım, çocuğa yeniden döndüm ve dedim ki “İyi ama o sadece 1 kişi!!”
Haksız da değildim, İngilizce’de böyle bir şey yok, tekil şahıs’a neden çoğulmuş gibi konuşayım ki?
İşte böyle şeyleri öğrenmek ve alışmakla geçtil ilk bir senem, tabi dili çözmekle kalmıyor iş, İngiltere’de başta matematik olmak üzere her derste sınıf birincisiyken Türkiye’de bir de bakmışım meğerse hiç bir şey öğrenmemişim.
A ve B kümelerinin kesişim kümesi diyordu kitap. x’in kare kökü diyordu. Yahu matematik değil miydi bu? Benim bildiğim rakamlar olur harfler değil! Böyle çarpım yapıyorduk falan..
Neyse İngilizce-Beden-Resim-Müzik-Din hariç derslerden 2 alarak bir şekilde geçiyordum. Bir şekilde dediğim tabi ki kopya çekerek. Zaten iyi bir anlaşmam vardı sınıftakilerle, ben İngilizce sınavında sınıfa kopya dağıtıyordum, Matematik, Fen, Türkçe, Almanca derslerinde topluyordum, sistem güzel. Derken bir gün İngilizce öğretmeni sınıfın not ortalaması ciddi anlamda artınca kopya verdiğimi anladı ve beni sınavda sınıftan ayırdığı sıraya, sınıfın ineğinin yanına oturttu. Öyle sıradan bir inek değildi o, herhangi bir sınavdan 95 aldığında oturup ağlardı neden böyle oldu diye, zaten utanmasa İngilizce notları da benden iyi olacaktı. Neyse sınav başladı, benim sınavım tabii bir buçuk dakika falan sürdü. “What did you do on the weekend?” Sorusuna aslında çok uzun cevap da yazabilirdim ama kağıttaki yer kısıtlıydı. Tabi öğretmen beni ve ineği ayırdığı için, ve biz nasılsa 100 alacağımız için bizim tarafa bakmıyordu bile. Ben ineğin kağıdına baktım ve kelime sorularından birisini yanlış yaptığını fark ettim. İşaret etmeye kalkıştım hemen elleriyle kulaklarını kapattı ve kafasını sallayarak “söyleme, söyleme” diye fısıldadı. Arkama baktım, sınıf komple bana bakıyor “Biz senden kopya çekeriz diye çalışmamıştık ki” bakışı var hepsinin gözlerinde, yanımdaki de verdiğim kopyayı almıyor, işte o günlerde düşünmeye başladım “Acaba Türk eğitim sisteminde bazı sıkıntılar mı var? diye.
Ama baş düşmanım elbette Türk Dili ve Edebiyatı dersleriydi. Ben dili tam sökmeye çalışıyorum adam bana divan edebiyatından bahsediyor, teşbih-i beliğ diyor, deyimler ve atasözleri diyor. “Dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” lafını ilk duyduğumda La Fontaine bir gün içkiyi fazla kaçırmış farelerden ve aslanlardan dağlara geçiş yapmış diye düşündüm. “üzüm üzüme baka baka kararir”, “Küçük dağları ben yarattım” ne demek istiyor bu insanlar? “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” bu nedir?

Neyse şöyle böyle hallettik o işleri, yıllar geçti artık blog bile yazıyoruz. Amma ve lakin, gelin görün ki (Türkçe öğretmenim bunları yazdığımı gorse mutluluktan ağlardı) halen anlamadığım iki şey var.

1- Saç rengi / ten rengi olayı
İngilizce’de birisinin saç rengi sorulduğunda black(esmer), brown(kumral), blonde(sarışın) vs. denir. Ten rengi sorulduğunda fair skinned(açık tenli), dark skinned(koyu tenli) denir. İşte burada benim kafam karışıyor. Bir kız görüyorum saçları simsiyah, teni bembeyaz, diyorum ki “Kız esmer”, diyorlar ki “Ne esmeri? Kızın teni bembeyaz!” e saçları ne o zaman? Saçları kahverengi olan teni koyu olan birisine kumral diyorum, yok esmer diyorlar. Bu konuda bilgilendirilmek istiyorum. Ancak en önemlisi ikinci konu.

2- Gün alma olayı
İngiliz kültürünü ve Türk kültürünü biliyorum, kalkıpta bilmediğim şeyler hakkında yorum yapacak değilim ama Türkiye’deki “bilmem kaç yaşından gün alıyorum” konseptinin dünyanın başka bir yerinde olduğunu sanmıyorum.
Benim bildiğim “Kaç yaşındasın?” sorusunun cevabı tam sayı olmalı. İngilizce öğretiyorum, sınıfta öğrencilere sorduruyorum:
“Mehmet, Ayşe’ye yaşını sor.”
“Ayşe, how old are you?”
“Ayşe, sen de yaşını söyle.”
“… …”
“Ayşe yaşını bilmiyorsan İngilizce’den once öğrenmen gereken çok başka şeyler var.”
“Hocam 25’ten gün alıyorum nasıl diyeceğim?”
“Şöyle diyeceksin Ayşe: 24 yaşındayım.”
Evet ısrar ediyorum, yaş konusunda gün almak diye bir konsept yoktur, olmamalıdır, bu düşünceyi reddediyorum.

Bu iki husus dışında Türk kültürüne ve Türk diline tamamen adapte olduğuma inanıyorum, arada dil sürçmeleri oluyor tabi, terzi’ye terazi dedim geçen gün, neyseki terzi’nin yüzüne söylemedim bunu…

Wednesday, October 7, 2009

Müjdeymiş !!!

"Müjdemi isterim"
Telefondaki ses böyle diyordu. Barcelona'ya giden iş adamı yanına tercüman arıyormuş, piyango bana çıkmış. Piyango tabi, başka bir şey olabilir mi? Barcelona'ya gideceksin bir defa, dünyanın sayılı şehirlerinden biri, değişik bir kültür göreceksin. Otelin, yemenin, içmenin masrafı da karşılanacak, tercüme karşılığı para da kazanılacak. Bundan öte müjde mi olur?

İş adamıyla buluşulur, kongre varmış, tıbbı meseleler, baştan söyledim ben bu işin tekniğinden anlamam diye, sorun olmaz dedi. Bir de neticede İspanya'ya gidiyoruz, bende İspanyolca yok, sorun olmaz zaten tüm iş görüşmeleri İngilizce yapılacakmış. E ben zaten İngiltere doğumluyum. Madem öyle o zaman her şey şahane, sözlükte müjde kelimesinin karşılığına baktım, benim vaziyeti anlatıyor, yanında da benim resmim var altında "ballı ip*e" yazıyor.
İşle ilgili bilmem gereken bir şey var mı diye sordum, Görüştükleri bir İngiliz şirket varmış, onunla anlaşmak üzere olduklarını, orada son noktayı koyacaklarını söyledi, yazışmaları verdi okudum hazırlandım her şey tıkırında.

Hemen internetten Barcelona hakkında araştırmaya daldım. 3 şey var göze batan:

1- Antoni Gaudi isimli mimar, Barcelona'lı, hayatı Barcelona'da geçmiş, şahane eserler bırakmış, başta Sagrada Familia olmak üzere bir çok leziz bina yapmış, gidilesi görülesi.

2- La Ramblas isminde uzunca turistik bir cadde var, İstiklal Caddesi gibi, şenlikli eğlenceli.

3- İnternetten araştırma yaparken benim için ciddi bir referans noktası ekşi sözlük'tür, baktım bir çok kişi "Barcelona'ya gidince hemen fark edeceksiniz İstanbul'a çok benziyor" demiş. İstanbul'dan zerre hazzetmeyen birisi olarak kıllandım ama olsun sonuçta müjde bu müjde!!!

İstanbul'da buluşulur, işadamı'nın bir de yardımcısı bir abi var, toplam 3 kişiyiz. Barcelona'ya inilir, en dikkat çekici şey havaalanında tüm yazıların Katalanca olması, altta İngilizce, onun da altında İspanyolca yazıyor. Havaalanında taksiye bindik, taksici abiye otelin adresini verdik, taksici abi İngilizce bilmez, bir şeyler sorulur, o günün Katalunya milli bayramı olduğu ve her yerin kapalı olduğu öğrenilir.
Otelde kendini beğenmiş resepsiyonist bi abi vardı, bir harita verdi, nerede ne var, nasıl gidilir vs. hepsini anlattı. Üstümüzü değişip caddelere verdik kendimizi. Yaklaşık 1 saat dolaştıktan sonra şu tespiti yapabildim:
Barcelona'yı İstanbul'a benzetenler, Abdullah Gül'ü George Clooney'e benzetenlerle aynı kişilerdir.
Ben hayatımda bu kadar nizam-intizam manyağı bir şehir görmedim. İstanbul'a en az benzeyen şehir olabilir hatta. Şehir planlaması insanlar değil cetveller tarafından yapılmış gibi.

Neyse La
Ramblas'ta gezdik, sahile indik bi yerde yemeğe oturduk, iş adamı abi tedirgin "aman domuz yemeyelim" İngilizce menü yok, garsonlarda çat pat İngilizce var tavuklu bir yemek isteyebildik, ben tabi ultra turist modunda milli yemek Paella istedim. Pilavın üzerine o gün denizden ne tutmuşlarsa koymuşlar, bir kaç midye, bir kaç karides, bir de en ortada Norveç Istakozu olduğunu sonradan öğrendiğim, bizde böcek diye bilinen 25cm uzunluğunda yarım saat uğraşıp 3gr et yiyebildiğim bir şey. Bir daha yer miyim? Yemem. Olsun, gittik yerinde yedik. Yemeğin yanında bira içtik, İspanya'nın her yerinde bulunan, bir nevi Efes Pilsen'i Estrella Damm içtik, sevmedim, tadı acı, neyse Çeşit çeşit bira var nasıl olsa, ikincide Heineken içtik, durumu kurtardık.

Alış veriş merkezi bulduk, içinde Barcelona Store (FCBOTIGA) var fırsat bu fırsat kendime forma aldım, iş adamı abi de çocuğuna forma aldı, çocuk bir buçuk yaşındaymış, forma minnacık bir şey, arkasına isim yazdırmak istedi, görevli bayan bu formaya 5 harf sığar dedi. İş adamı abi soruyor bana ne yapıcaz diye (halbuki ben tercüman'ım)
"Çocuğunuzun ismi ne abi?
"Hüseyin Efe."
"Hangi ismi kullanıyor?"
"Ben Hüseyin diyorum ama herkes Efe diyor."
"O zaman Efe yazalım abi."
"Evet öyle yapalım."
Formaya Efe yazılır. Geldiğimiz yoldan geri dönerken akşam yemeği için bir yere otururuz, bir heyecan bir kargaşa, aman domuz eti yemeyelim diyoruz, garsonlar İngilizce bilmiyor. Hareketlerle sormaya çalışıyorum, balık mı bu? Tavuk mu? Domuz mu? (Burada yaptığım hareketleri kendiniz hayalinizde canlandırmakta serbestsiniz) Anlaşamıyoruz, bir yanlışlık olur domuz yeriz diye kalkıyouz. Gidiyoruz başka bir mekana, burada İngilizce menü var, güvendeyiz, abiler yine tavuk yiyor, ben domuz yiyorum.
"Aaa sen domuz mu yiyorsun?"
"Evet, domuz en iyi şey bence."
"Hadi ya, aman sen bilirsin, bize birer bira söyle."
Bira söylenir, aman Estrella Damm olmasın, Carlsberg varmış, içtik(ayıptır söylemesi).
Ertesi gün fuar başlıyor sabah 6.30'ta kalkmamız istendi iş adamı abi tarafından, kalktık, otelin kahvaltısında 20 çeşit füme domuz eti var, onlardan uzak duruyoruz tabi, bu İspanyollar da amma domuz yiyor geyiği dönüyor, kahvaltımız Kivi-Ananas-Meyveli yoğurt-Cornflakes-Haşlanmış yumurta ekseninde oluyor.

Fuar'a gidilir, İngiliz firmayla görüşülür, iş bağlanır, kendim de İngiliz olduğumdan orada temsilciyle geyiğin dibine vurulur, futboldan girilir karı-kız muhabbetinden çıkılır. Görüşmeden sonra iş adamı abi tespitini yapar.
"Senin İngilizce bayağı iyiymiş"
"Eee... sağol abi."

Fuarda 100ün üzerinde katılımcı firma var, hangisine ne amaçla gidilecek, ne konuşulacak hiç bir plan program yok, rastgele geziyoruz "Aaa şunlarla görüşelim" deyip standa gidiyoruz. Bir-iki yerle görüştükten sonra bir Japon firmasının standına geliyoruz, Japon abla heyecanla bizi karşılıyor, nasıl yardımcı olabilirim diyor.İş adamı abi diyor ki:
"Diyelim ki; Türkiye'den geliyoruz.. kafana göre bir şeyler anlat işte."
"Eee, abi öyle kafama göre ne anlatayım? Siz söyleyeceksiniz ben çevireceğim, ben tercümanım sizin şirketin temsilcisi değilim ki!"
Oflamalar poflamalar arasında iş adamı abi konuşur, sanki uluslararası fuara zorla gelmiş, buraya gelebilmek için bir dünya masraf yapan başkasıymış gibi.

Her stanttan beleş ne veriliyorsa 10'ar tane alınır, kataloglar, CD'ler, kalemler, Jelibon paketleri, lolipoplar... "Abi ne yapacaksınız bu kadar şeyi?" diye sordum "Oğlum beleş bulduğun şeye atlayacaksın, seni nasıl yetiştirdi ailen?" İşin daha da kötüsü her aldıklarını benim taşıdığım çantaya koyuyorlar çanta oldu 20 kilo, omuzda durmuyor, stanttan standa gidiyoruz, devamlı ayaktayız, yük de olunca ayaklar davul gibi şişti. 8 saat fuarda plansız programsız gezildikten sonra çıkılır, taksiyle otele dönülür.

Üst-baş değişimden sonra yemeğe çıkılır, "Aman domuz yemeyelim" her lokantaya girişte bir heyecan bir hengame domuz yemeyeceğiz diye. Her yerde adam başı 4 bira içiliyor, aman Estrella Damm olmasın. Toplam 6 gün Barcelona'da kaldık lokantalarda yaşadığım stresi yemin ediyorum başka yerde yaşamadım.

Neyse 6 günü böyle tek tek anlatmanın alemi yok belli başlı olayları aktarayım.

Bir diğer gün Barcelona'nın stadı Nou Camp'a gittik, yine dükkanda geziyorduk, diğer oğluma forma alacağım dedi iş adamı abi. Diğer oğul 3.5 yaşındaymış. Yine ufacık bir forma aldık, yine isim yazdıracağız. Kaç harf sığar? 6.
"Ne yapacağız?"(Bak gene)
"İsmi ne abi?"
"Hüseyin İnanç.
"Hangi ismi kullanıyor?"
"Ben Hüseyin diyorum ama herkes İnanç diyor."
"O zaman İnanç yazalım abi."
"Evet öyle yapalım."
Forma alımları 5 gün arayla yapıldığı için o an hemen anlayamamıştım ama, evet, abimiz iki oğluna da Hüseyin diyor.


Aman domuz eti yemeyelim stresinden dolayı ben artık sırf kıllığına her gittiğimiz yerde domuz yeme başladım. Bir gün taksideyken bir kilisenin önünden geçiyorduk ve iş adamı abi bana ciddi ciddi sordu (şaka yapmadığından emin olabilirsiniz)
"Kiliseye gitmek istiyorsan burada durabiliriz, biz bekleriz sorun değil."
"Kiliseye neden gitmek isteyeyim abi?"
"Hani domuz yiyorsun ya kiliseye de gidersin diye düşündüm."

Fuarda güneş gözlüğü satan bir firma vardı, hepimiz gözlük aldık, akşam üstü diyalog gelişti. İş adamı abi:
"Sen ne renk gözlük aldın kendine?"
"Ben kendime almadım abi eşime aldım."
"Kendine niye almadın?"
"Ben oldum olası güneş gözlüğü sevmem."
"Göte bak güneş gözlüğü sevmiyormuş"
(olaya tercüman diye başladık 'göt' olduk, hem de hiç yoktan)

Bin bir türlü lokantaya gittik, onlarca litra bira içtik (aman Estrella Damm olmasın) iş adamı abinin bana garsonlardan devamlı istettiği şeylerin listesi:
Sigara böreği
Arnavut ciğeri
Yeşil Zeytin
Tuzlu fıstık
Eski kaşar
Yaprak sarma
Bir de garsonların çoğunun İngilizce bilmediğini hesaba katarsanız düştüğüm durumları daha iyi anlayabilirsiniz. Bir lokantada yeşil zeytin geldi, herkes birer tane yedi, zeytinlerin içinde bir şey var "AMAN DOMUZ OLMASIN" garsona sordum, somon dedi. E güzel değişik bir şey, içi somon dolgulu yeşil zeytin. Hayır iğrençmiş, geri gönderecekmişiz, benim beğenmiş olmamın bir kıymeti yok, zeytinler geri gönderildi.

İspanyol lokantaların sağladığı meze hizmetlerini beğenmeyen iş adamı abimiz markete gidip kendi mezelerimizi almamız gerektiğine karar verdi. Süpermarkete girdik, zeytinlere bakıyoruz, bir kavanoz yeşil zeytin var, üzerinde resim, zeytinler ve kocaman bir kırmızı biber. İş adamı abi beni çağırır.
"Bunların içinde ne var?"
"Eee, üzerinde kırmızı biber resmi olduğundan, içleri biber dolgulu olduklarını düşünüyorum."
"Öyle mi? O zaman alalım."
Açıkta satılan peynir reyonuna gidiyoruz.
"Sor bakalım eski kaşar var mı?"
Allahtan reyonun ön tarafında eski kaşar vardı da anlatmak zorunda kalmadım, işaret ettim şundan istiyoruz diye.
"Ne kadar alalım abi?"
"Şu kadar."
"Abi gramaj söylersek daha iyi olur."
"Ne bileyim gramajı? Şu kadar iste işte."

Bir sabah otelde kahvaltı ediyoruz, iş adamı abi haşlanmış yumurtasını bir güzel soydu, bıçağıyla küçük küçük parçalara doğradı, bir parçayı çatalına taktı, tam ağzına götürüyordu ki bir an duraksayıp bana baktı ve sordu:
"Bu domuz yumurtası olmasın?!?!"
İşte o 1 saniye içinde yaşadıklarımı mümkün değil yazıyla ifade edemem.

Çok uzun oldu, Barcelona'da minimal turizm maksimum işkence yaşadım. Türk iş adamlarının profesyonellikten uzak, keyfi ve bir o kadar da saçma iş yaşantılarını gördüm. Ünlü binaların 3'ünü falan görebildik.

Bu blogdan ne mi öğrendiniz?
1-Her müjdeye yeni gelin gibi atlamayın.
2-Estrella Damm içmeyin!!

Sunday, October 4, 2009

pints of Guiness make you strong

madem bu zikkimi sevioruz, ustelik siklikla da James gibi hissedioruz. O zaman hepimizin serefine AgainstMe! baarsin; uzun yillar soora ilk defa depresif gecmeyen bir pazar kutlu, icimizdeki irlandalilar'a da binselam olsun.

Friday, September 18, 2009

bi siktirin gidin lan dedirtenler

hep yanimizdalar...sole kollektif bi eksinla her adamsendeci doktursun. Kurali basit, rakam sirasini bozmayin yeter:

1) bir kisinin yapacagi ise 5 kisi girisenler
2)bir kisinin yapacagi isi yaparken bilerek is artirip sana is cikaran "ben 4 yaptim sen de 4 yap"cilar
3) Evde bardak kitligi varmis gibi raki bardagiyle su icen, hatta utanmadan gazoz icenler
4) fenerbahceliler
5) mutlu oldugunu zannedenler
6) kollektif eksin caarilarinda bile kipirdamayan adamsendeciler
7) Zerre arastirma yapmadan odev teslim eden ogrenciler (bunlardan mustaribim bu aralar).
8) Ogrencilerden yakinan TA'ler
9) pantolon altina parmak arasi terlik giyenler
10) pamuklu esortman altini giysi zanneden, ustune ustluk ceplerini telefon, sigara paketi ve cuzdanla dolduranlar
11) Suveter giyen indie-rockcilar
12) kufurlu konusmayi marifet sayanlar
13) "ben hic kufur bilmem" die yalan soleyenler, ustune ustluk kufur etmeyi kabalik sayanlar
14) death metal'i muzik saymayip, black metal'den korkanlar
15) para icin kendini satanlar -- legal calisanlarin hepsi
16) calisan insanlara bok atan sunepeler -- bilhassa tuzu kuru, kenarindan solcu ogrenciler
17) parali egitim
18) isguzarlar (hatirlatildi)
19) sirf moda diye kutuk bacaklarina skinny (stretch) kot giyenler
20) bisikleti oyuncak zannedenler
21) hip-hop'in becerdiklerini anlamayip, olayi iki beat, 2 scratch'ten ibaret sananlar
22) mad men modasi
23) yelek modasiyla gelen sapkali, gozluklu, skinny denim'li hipsterler!
24) futbola gunde en az 6saatini (takribi 3 mac) harcamayanlar -- dunya kupasi10 munasebetiyle
25) Bursa Yildirim Askerlik Subesi ozelinde butun askerlik subeleri ve TSK, olm isiniz yok mu lan sizin!?!
26) Insanoglu.
27) Spor yapan adamin yagsiz sutunu aksam yemeginde pizza ile icenler
28) Tavuk ile yapilan her yemek, bunlari israrla yedirmeye calisan her insan
29)emre akoz sisko patatesi
30) Toplu tasima araclarinda viral vidyo repliklerini bagira cagira anirmayi eglence zannedenler
31) Yapılan bir listede 31. maddeyi görünce kıkır kıkır gülenler.

Monday, September 7, 2009

Eğitim için anahtar dolabı şart !!!

Dershane açılacak, her şey tamam, Milli Eğitim'den müfettişler gelecek, bakacak, onay verecek. Şenlik olacak, şampanya akacak..
Bu, Milli Eğitim Bakanlığını/Müdürlüğünü ve müfettişlerini tanımadan önceki genel kanıydı.
Müfettişler geldi, baktı, beğenmedi.
"Anahtar dolabı yok" dediler.
"Hee nasıl bişey o? Alalım bi tane"
Tarif ettiler, yaptırdık. 30cm*30cm bir tahta parçası, üzerinde sekiz tane metal kanca. Anahtar dolabı buymuş. Bu olmadan memlekette eğitim kurumu açılamıyormuş. Zaten gidin bakın dünyada eğitim alanında geri kalmış kaç ülke varsa hepsinde anahtar dolapları konusunda bir boşvermişlik, bir baştansavmacılık görürsünüz. Halbuki Oxford'da, Cambridge'de öyle midir? Daha girişte boydan boya tahtalar ve o tahtaların üzerinde parlak parlak - kimisi gümüş, kimisi altın - kancalar durur.
"Tuvalet eksik, 4 tuvalet olması lazım, sizde 3 tuvalet var" dediler.
Yönetmeliğe bakıyorsun :
"30 öğrenciye kadar kız ve erkek öğrenciler için bir, 30 öğretmene kadar kız ve erkek öğretmenler için bir tuvalet gerekmektedir."
"E bizde 30 öğretmen yok ki, bu durumda öğretmen tuvaleti bir tane işte."
Yok, olmazmış, o maddeyi yanlış yorumluyormuşuz. 30 öğretmene kadar 1 erkek 1 kız tuvaleti, 30'dan sonrası için 2 erkek 2 kız tuvaleti olacakmış.
4. Tuvalet lazım, ama 4. tuvaleti yapabilecek imkan yok. Hemen Milli Eğitim Müdürlüğü'nde tanıdık bulunur. Durum anlatılır. Tanıdıktan haber gelir "Siz bir tuvalet alıp oraya koyun, müfettişler bakıp "Ha tamam" diyecekler merak etmeyin.
Tuvalet alınır. Mutfak'a konulur. Müfettişler gelir.
"Anahtar dolabı nerde?"
"Üzerinde 8 kanca olan tahta parçası mı? İşte burada!"
"Tamamdır, tuvalet nerde?"
"Aha burda" Mutfak kapısı açılır tuvalet gösterilir. Hiç bir tesisat bağlantısı yoktur.
"E bu ne biçim tuvalet? Öylece duruyor, yaptırmamışsınız ki!"
"Eeeee .... hani .... şey .... biz istedik ki siz görün önce, burası iyi mi yani, onaylıyorsanız yaptıracağız!"
"Olur mu öyle şey? Yaptıracaksınız ki biz sonra gelip onaylayalım."
Derken bir şekilde halledildi. Dershane açıldı. Öğrenciler gelmeye başladı. Bir öğrenci seviye tespit sınavından çıkıp erkekler tuvaletinin yerini sordu. Öğrenci gitti tuvaletin yanındaki mutfağa girdi ve hiç bir tesisatı olmayan tuvalete bir güzel işedi. Mutfakta olduğunu fark edemedi, tuvaletin hiç bir bağlantısının yapılmadığını bilemedi, olmayan sifonu da çekemedi haliyle. Peki ne mi yaptı? Ofise dönüp sınavının sonuçlarını öğrendi, kayıt oldu ve hiç bir şey olmamış gibi 6 ay dershaneye geldi ve gitti. Öğretmenlerle ve müdürle yakın arkadaş oldu. Her gün çocuğun gözünün içine baktım bir gün "Ya ben galiba yanlış bir yere işediydim o gün" diyecek diye. Demedi, biz de demedik, diyemedik, ancak ortalığı temizledik.

Monday, July 13, 2009

"Can, metal isleri nasil gidiyor?"

Orta okuldayken, tarih derslerimize de giren mudurumuz bana 'takmisti'. Metalci oldugumu biliyordu ve bu durumu merakla karisik bir kaygiyla gozlemliyordu (bununla ilgili anlatilacak cok hikaye var: ornegin rivayet ediliyordu ki, memleket sathina yayilan satanizm korkusunun ilk bas gosterdigi yillarda, sehrimizin az sayidaki metal muzik dukkanlarindan birine giden mudur "Metal muzik nedir? Bana anlatiniz" diye sormustu dukkan sahibine). Beni her gordugunde "Can, metal isleri nasil gidiyor? diye sorardi o derin ses tonu ve agir agir, tane tane konusmasiyla. "Iyi gidiyor hocam" derdim. Favorilerimi uzatiyordum, saclarim makarna gibi kivir kivirdi, sakalimi iki-uc gunde bir - hatta bazen dort! - kestigim olurdu. Mudur beni gordugu zaman bir firca cekerdi mutlaka. Hayalim bir an once universiteye baslayip sacimi uzatmakti...

Universiteye basladim, saclarimi uzatiyordum. Ama sonra zor gelmeye basladi sekle semale girmeye saclarla ugrasmak - o "aradaki", ne uzun ne kisa olan saclarla cebellesmek. Ben de berbere giderek kafayi uc numaraya vurdurdum - sirtima da bir pilot montu gecirdim! ulan farkinda olmadan skinhead'e baglamistim resmen!

Daha sonra bir kere daha sac uzatma girisiminde bulundum, fakat bu sefer de stajyerlik meselesi yuzunden uzun saca veda ettim. Ondan sonra da bir daha muhtemelen sac uzatma ihtimalim olmaz diye dusunuyordum. Mezun oldum, calismaya basladim. Okutmanlik yaptigim universitenin kati giyim kusam kurallari vardi. Gomlek, kravat ve pantolon giyiyor, hemen her gun tras oluyor, duzenli olarak saclarimizi kestiriyorduk.

Netice itibariyle, lise yillarinda istedigim, cilginca headbang yapmama yardimci olacak uzun saclara bir turlu sahip olamadim. O kadar vazgecmistim ki bu sevdadan, yuksek lisansi bitirmek icin isten ayrildigim zaman bile saclarimi duzenli olarak kestirmeye devam ettim. Bu sac kestirme dongusu kanguru diyarina gelip doktoraya basladigim zaman sona erdi. Ustune ustluk bir de sakal uzatmaya, en eski pusku, utulenmemis kiyafetlerimi giymeye basladim. Iki seneyi askin suredir boyle bu.

Lakin, Maksimov'un da dikkat cektigi gibi, bu sefer de otoriteye baskaldirma baglamindan cikti hadise. Zevk meselesine dondu daha cok. Fakat, zaten malum, kapitalizm oyle bir sey ki,
baskaldiriyi dahi icsellestirip bir degisim degerine tabi tutabiliyor. Ben de o yuzden artik kilik kiyafet, sac sakal, toplum icindeki hal tavirla bas kaldirmaya cabalamiyorum.

Ama muduru gorsem bugun mesela yine, ve bana sorsa " Can metal isleri nasil gidiyor?" diye, "iyi gidiyor hocam" diyip bir headbang yapardim onunde - hava gitari esliginde!

PS: Erdela, zaman zaman civar illere kacip, eskimis body count tisortuyle, kafa sallayarak futbol oynamakta fayda olabillir. "Ya o, ya da o" olmak zorunda degiliz! "Hem o, hem o" olabiliriz! Yasasin benliklerin kardesligi! Yasasin Tyler Durden!

Thursday, July 9, 2009

rol kesmek iidir, cildi besler


yemin etmisligim vardi, yazlari pantolon giymiicektim. giymedim de... soora bi tasra universitesinde mesaiye basladigimda uzun sac+sakal zoraki kargo pantolon ile takim elbiseli rakiplerimin arasindan mulakata girdim. soora da ayar cektiler "bak delikanlisin, olmaz bole, hedehodo." bozuldum, acaip hem de. soora sakalin cilkini cikardim, hep kotla gittim ise/okula...yaklasik 3 sene once vuku buldu bunnar.

Soora yeni kitaya gidince, ne goreyim, bizim hepimizin "bize ne lan, biz buyumedik" (butun adamsendeciler icin konusurken biz diorum) giyim tarzi burda norm! cadde hardcoreculari burda yol iscileri...ole bi tezat iste. o zaman basladi kamu icinde iken "gorev icab ederken" ciddi/duzgun giyinme telasi, sakaldan vazgecme. aslinda temel saik degismemisti: etraftaki cogunluk neyse ziddini davranmak. bu esnada enteresan bisey vuku buldu. Ise/okula giderken ne kadar duzgun ve ozenli davraniosam bu cevrenin disinda da bi o kadar futbol formali, metal/punk tisortlu, piramid kemerli (esku punk usul uleyn, cadde isi diil) biri oldum. bi kere "aa sen punk miydin" lafini duydum; bi kere de market'de marketarabasiynan yarisirken derslerine girdiim ogrencilerin kafalarini cornflakes kutularina gomup gormuomus ayagina yattiklarina sahit oldum. Laf-diil-icraat halindeki anarsikleri desteklemeye gaz vermem ile anarsik/punk gozukenlerin bir cogunun kolpa olduguna da, kapitalist pic imajli insanlarin arasindan siki anarsistler ciktiina da tanik olmam ayni zamana denk geldi. sasirdim, uzuldum, sevindim. Su an amariga'da herkes sortla gezerken ben "yazin mesai saatinde sortla gezeni essekler bafilesin!" yeminini etmis bi insanim. nereden nereye...

yine de ben burda bi maraz goremiorum. bu iki halimden birinin digerinden daha samimi ya da durust oldugunu dusunmemek lazim. bilakis zit anlamda birbirini besleyen seyler, dislayarak besledikleri de vak'adir.

bi taraftan bole iken diger taraftan da Torkiyemizin, memleketimizin "ye kurkum yenin" gumbur gumbur isledii bi cografya oldugunu unutmamak lazim. Ozellikle "sinif atladik, burjuva olduk" die gerim gerim gerinen ortasiniflari ya elit bi kustahlik ile ya da proleter/altsinif bi tokat ile ezmek bence farz (ben ikincisini yapamiorum, yapanin heykelini yaparim ancak). Her insan samimi davranisi dakkasinda sezer, ama ne yazik ki ortasinif mensublari bunun disinda! Onun icin samimi olucak kadar ii rol kesmeyi ogrenmemiz lazim. Evet rol kesmek diorum (bkz Fight Club/Simon says)...

Yani sorunumuz bize yabanci bir yasam tarzini rol kesmeye baslayarak sindirmektir. Vasati siniflar el pence divan durmaya baslar, saygi da kusur etmezler. biz de biraz yipraniriz, o "yipranma payi" da her yatirimda mevcut, mesele "amortisman" isini cozmek. Asil ben o noktada takilmis durumdayim. ona da siz kafa patlattin aq!

bi de Erdala, su blog'un facasini ne zaman duzelticez? bi el atalim...

Yeni sosyal rolum beni zorluyor

Gencler!
Bilindigi uzere gorunurde ciddi ve saygideger bir egitim kurumu actik. Ancak bir noktada sikintimiz var. Bulundugumuz sehir ufak, hatta soyle soyleyeyim bir carsisi bir sahil seridi var, bir de az sehir disinda turistik yerleri. Hal boyleyken muhtelif yerlerde muhtelif zamanlarda halk tarafindan taniniyoruz "Aaa su bilmemne hoca degil mi?" gibisinden. Hele ki kurum muduru olan Iskoc gorunumlu arkadasimiz neredeyse her yerde goze batiyor. Iste bu noktada dert basliyor. Sokakta, parkta, bahcede sanki is yerindeymissin gibi hareketlerine dikkat etmen gerekiyor. Ne de olsa koskoca bir egitim kurumunu temsil ediyorsun. Parka top oynamaya ciktiginda 15 yillik solmus Bodycount tisortunu giyemiyorsun. Arkadaslarinla bir yerde oturmus bir seyler yiyip\icerken agzini bozamiyorsun, nargilecide veya benzeri bir yerde tassaklari yayip oturamiyorsun, yolda yururken, mp3 dinlerken, suursuzca kafa sallayip hoplaya ziplaya gidemiyorsun, insanlar seni ciddiye almaz yoksa, "biz colugumuzu cocugumuzu buna mi emanet edicez?" diye dusunuyorlar. Eskiden, Istanbul'daykene, insanlar metro'da beni gorduklerinde "spastik bu galiba" gibisinden bir bakis atar, gulup gecerdi, veya gulmeyip tiksinip gecerdi, ama en nihayetinde gecerdi yani. Artik isler zorlasti, sosyal beklentiler altinda eziliyorum. Bir care? Bir akil?

Saturday, July 4, 2009

take off

check that shit you mofos!

Adamsendecilik gayriciddi bir muessesedir

Nedir olayimiz? Biz birbirini ortaokul ve lise yillarindan beri taniyan bir grup arkadasiz. Hepimizin farkli farkli zevkleri ve ilgi alanlari olsa da hayata bakis bicimlerimiz bir sekile ayni oldu hep. Hayata ‘adam sen de’ diyen haytalar olarak kaldik.

Hic degismedik mi? Degistik, birbirimizi de degistirdik. Dunyanin dort bir kosesine dagilsak da kopmadik, artik eskisine oranla cok daha nadir bir araya gelebilsek de geyigin dibine vurabilme potansiyelimizde bir eksilme olmadi. Hep bir onceki kaldigimiz yerden devam edebildik muhabbete.

Burada da turlu muhabbet, mavra, adamsendecilik felsefesi ve saire ciziktirecegiz bir seyler iste. Yine 'kim ugrasacak abi simdi' diyecegimiz gune kadar...

Guc sizinle olsun.

Can Adamsende