Saturday, March 5, 2011

Batı Medeniyetinin beşiği

(Öncelikle mutlaka bkz: Müjdeymiş)

Yine bir yurt dışı hikayesi ve yine bir telefonla başlıyoruz. Beraberinde Barcelona’ya gittiğim işadamı abinin yardımcısı arıyor.
”Erdela.”
”Efendim abi.”

“Roma’ya gidilecek, bir şirket var görüşmemiz gereken, gelebilir misin?”

“Ne zaman gidilecek abi?”

“İki hafta sonra.”
”Bir tane mi görüşme yapılacak?”
”Evet.”
”Olur abi.”

“Kaç para istersin?”
İşte önemli soru. Bir önceki gidişimizde o kadar sıkıntı çekmiştim ki bir daha olursa anca yüklü bir para karşılığı razı olurum demiştim kendi kendime, buna göre bir fiyat verdim.
”Tamam Erdela konuşuruz yine.”

Aradan bir kaç gün geçti aradı tekrar.
”Patronla konuştum biraz indirim yapsın diyor.”
”Yok abi isterseniz başkasını bulun o zaman.”

“Kesin indirim olmaz mı diyorsun?”
”Yok abi olmaz.”

“Tamam ben gene aricam seni.”

Ve bir kaç gün sonra yine telefon.

“Tamam ayarladım her şeyi 6’sında gidiyoruz, 10’unda dönüyoruz, 5 gün 4 gece.”

“5 gün 4 gece mi? Abi tek bir görüşme olmayacak mı? 5 gün kalmaya ne gerek var? Ben tek gün kalıcaz diye düşünmüştüm.”
”Ucuza gelsin diye Bamtur’la gidiyoruz. Tur 4 gece 5 gün.”

(Bir an şaşkınlık, işadamlarının yurt dışı iş gezisi için Bamtur’la gitmelerini algılama süresi…)

“İyi de abi ben iki günlük fiyat vermiştim sen tek görüşme deyince fiyat az o zaman.”

“Ya karıştırma şimdi fiyatta anlaştık her şeyi ayarladık, problem çıkarma. Ben seni sonra gene ararım.”
Telefonu kapatınca önce sinirlendim yine bunlarla uğraşmaya değmeyecek diye, sonra da en azından Roma görmüş oluruz diye avuttum kendimi.

Daha önce Barcelona’ya gittiğimiz 3 kişilik ekip olarak gideceğiz: patron, yardımcısı ve ben. Patronun nasıl bir tip olduğu Barcelon günlüğümüzden aklınızda kalmıştır, yardımcısı ona tahammül etmekten ezilmiş pelte gibi olmuş ama neticede kafası basan, muhabbeti iyi bir abi. Çoğunlukla ikisi konuşacak, birbirini oyalayacak, ben de arada kaynayıp gideceğim diye düşünüyorum. Bir umut bu şekilde kazasız belasız gidip gelme planım var.

Roma’ya gitmeden önceki son gün telefon gelir yardımcı olan abiden.

“Erdela benim vizem yetişmedi, ben gelemiyorum, ikiniz gideceksiniz.”
”Abi ne diyorsun!!!”

“Yarın sabah şu saatte seni alacak, ben ona görüşmeyle ilgili bir dosya hazırlayıp verdim onu incelersin.”


Ulan olay gittikçe boka sarıyor, parası az, makul abi yok, neyse, İtalya’yı görücez diye kendimi avutmaya devam ettim ve yola koyuldum.

Patronla sabahın köründe Sabiha Gökçen’e ulaştık. Uçağın kalkmasın üç buçuk saat var. Etrafta bir sürü tur şirketinin ofisleri ve/veya temsilcileri var, Bamtur yok. Patron tedirgin. Al işte, dandik çıktı bunlar, bizimkiler gitti dandik turu ayarladı. Hani, nerdeler AQ?
(Uyarı yapmamda fayda var. Patronun 3 lafından birisi mutlaka AQ, veya AQduğum olduğundan, buradaki diyalogları yansıtan yazılar da aslına uygun olacağından, okuyucular şimdiden kendilerini hazırlasınlar.)

Havaalanında beklerken biraz dolaştım. İlk defa Sabiha Gökçen’e gelmiştim ve bilmeyenler için diyebilirim ki dünyanın en tembel ve en fırsatçı mimarları tarafından tasarlanmıştır. Sabiha Gökçen havaalanı birebir olarak Atatürk havaalanıyla aynı olacak şekilde, yaklaşık 1’e 0.6 ölçekle yapılmış. Dışarısı, içerisi, kontuarlar, dükkanlar, her şey aynı yerde. İlk defa gelmeme rağmen neyin nerede olduğunu hemen bulabildim.
Nihayetinde elinde Bamtur yazan bir tabela olan bir bayan belirdi. Kısa boylu, güneş gözlüklü. Yanına doğru gittik ki bir de baktık havaalanının dört bir yanından insanlar kalktı geliyor. Herkes Bamtur’dan birisini bekliyormuş. Bayan rehberimizmiş, ismine blogumuzun gizlilik esaslarına uygun olarak Emel diyelim. Patronun pasaportu ondaymış, aldık check-in yaptık ve pasaport kontrolüne gittik. Ben İngiliz pasaportumu kullandığımdan yabancılar sırasına girdim. Sıram geldi, pasaportumu, boarding pass’ımı ve nüfus cüzdanımı verdim. Polis pasaportumu inceliyor, sayfaları çekip çekiştiriyor, neredeyse sayfaları yırtacak. Sonunda bana baktı ve sordu.

“Sen bu pasaportu nereden aldın?”

“Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliğinden aldım.”

“Bu İngiliz pasaportuna benzemiyor.”

“Eeee nasıl yani? Ben bunu yıllardır kullanıyorum.”

“Yok, bu normal değil.”

Ve yerinden kalkıp yandaki kulübedeki polise gidip pasaportumu gösterdi. Bir şeyler konuştular ve polis pasaportumu alıp bir yere gitti. 5 dakika kadar sonra döndü ve “Sen kenarda bekle, şimdi arkadaş gelecek.” dedi.

15 dakika daha bekledim ve başka bir polis elinde belgelerimle geldi.

“Ne kadar zamandır Türkiye’desin?”

“Yaklaşık 9 ay oldu herhalde.”

“Pasaportunda girişin yok, vizen de yok.”
”Nüfus cüzdanımla giriyorum geldiğimde, vizeye gerek yok vatandaşım ya zaten.”

“Hadi öyle olsun.” deyip belgelerimi verdi. Bir yerde bir işim normal gitse şaşarım zaten.

Bir 15-20 dakikamız var, free shoplarda dolaşıyoruz. Acıkmıştım biraz, patron da acıkmış, neyse uçakta yeriz diyoruz. Yaa sen öyle san. Pegasus havayollarında yemek paralı ve de pek bir şeye benzetemedik. Uçakta yemeyip inince yeriz dedik. 2 saat 5 dakikada Roma’ya indik, yerel saatle 14.25, karnımız aç. Bavulları aldık, rehber Emel hanım bizi topladı ve havaalanından çıkarıp dışardaki otobüze bindirdi. Grup 49 kişi, ilk gün Floransa’ya gideceğiz. Emel hanım bize turla ilgili bilgiler verirken bizim kulağımız guruldayan midemizde. Ama çıkarabildiğim kadarıyla Floransa’ya gideceğiz, çıkıp gezeceğiz, gece de otele gideceğiz. Yol 3 buçuk saat sürecekmiş, ortada bir mola vereceğiz. Yaklaşık iki saat geçti rehber sordu mola verelim mi diye. Önümüzdeki bayan parmak kaldırıp “Mola vermesek, doğrudan Floransa’ya gitsek, orada daha çok vakit geçirsek olur mu? Ulan açlıktan geberiyoruz mola vermezsek geberip gidecez otobüste. Emel hanım kabul etmedi ve mola verdik. Biz hemen yiyecek ne var diye bakmaya gittik. Sandviçler var hepsinde domuz olabilir kararına vardı patron. Tavada pişirilen etler var onlara bakıyoruz. Aralarında hamburger köfteleri var.

“Abi hamburger ye istiyorsan.”

“Domuz değil di mi?”

“Abi hamburger dana etinden olur.”

“Ne biliyorsun domuzdan yapmadıklarını?”
”Abi baksana domuz şu, pembe pembe, hamburger köftesi kahverengi.”

“Eminsin değil mi?”

“Eminim abi.”

“Tamam ondan yiyelim.”

Kendime de hamburger söyledim. Oradaki abla bize ikişer köfte pişirdi, yanına bir parça marul, bir dilim limon verdi. Hamburger köftesi ve limon. Yanlarına ekmek de aldık oturduk yemeye. Patron bir parça yedi, yüzünü ekşitti.

“Bunların etinde bir değişiklik var.”

“Abi beslenmesi, kesilmesi hep farklı bizden.”

“Beğenmedim, sen ye benimkileri de istersen.”
Adam bildiğin aç kaldı. Ben yerken söylenmeye başladı.

“Yok mola vermesek olur muymuş. Lan AQduğum karısı 50 tane insan var, açı var, tuvalete gidecek var, bi sen mi varsın AQ!”

Aç kalan patron yarım litre kola aldı ve çıktık, otobüsün önünde durduk, kolaya bakıyordu.

“Asıl dahi kim biliyor musun? Bunu yapan adam. Dünyanın her yerinde aynı, her yerde herkese satıyor AQduğum şeyini.”

“Kola mı diyorsun abi?”
”Kola tabi, var mı dünyada bunun gibi ikinci bir şey? Herkes bunu içiyor.”

Mola bitti, otobüse bindik yola devam. Rehberimiz yol boyunca bize İtalya’yı, Floransa’yı anlatıyor ve yaklaşık 30 defa bize Floransa’yı gezeceğimiz ve gece otele geçeceğimizi söylemişti. 3 yaşında olsan anlarsın artık defalarca tekrar etti, ben de anlam veremedim her tekrar edişinde, zaten turun açıklamasında da o şekilde yazıyordu, nitekim olan oldu ve saat 18.30 gibi Floransa’ya ulaştığımızda otobüste orta sıralarda oturan bir abi söz alıp rehbere “Şimdi biz otele mi geldik? diye sordu. Ben rehberin yerinde olsam adamla sağlam dalga geçerdim o anda ama rehber gayet soğukkanlı bir şekilde

“Aşkolsun, dedim ya önce Floransa’yı gezeceğiz sonra otele gideceğiz diye.”

Rehberi takdir ettim, demek ki devamlı böyle tiplerle uğraşıyorlar, alışmışlar, bir şeyi 30 defa tekrar etmesinin de sebebi bu.

Şehrin girişinde durduk ve turistik otobüslerin ödemesi gereken 380 euro ödendi. Öyle bir şey varmış turistik şehirlerde İtalya’da, otobüs girerken toplu bi para ödüyor, yarın aynı otobüs yine gelecek olsa yine ödeyecek.

Floransa’ya girdik, otobüsten indik ve yürümeye başladık. Hava karardığı için bazıları şikayet ediyordu göremeyeceğiz ağız tadıyla Floransa’yı diye. Arno nehrinin yanından meydana doğru yol aldık, hava da soğumuştu.
Floransa’nın belli başlı yerlerini gezdik, zaten şehrin merkezi oldukça ufak, tarihçesini veya oradaki eserleri anlatacak değilim, merak eden araştırır bakar eder, ben genel bir değerlendirme yapmadan akşam yemeğinde olanları da anlatmak istiyorum.
Rehber bize nerede yemek yiyeceğimizle ilgili uyardı, bazı Türk turistler cırcır olabiliyormuş. Ben size güzel bir yer göstereceğim, isteyen orda yer istemeyen de temiz bir yere gitmeye özen göstersin lütfen. Tabi herkes bunu duyunca tabi ki rehberin önerdiği yere gittik hepimiz. Bizim patron zaten aç bir an önce yeme peşindeyiz. Lokantaya yaklaşık 30 kişi girdik ve oturduk.
İtalya’ya daha önceden abim ve arkadaşım gitmişti, ikisinin de söylediği ortak şey “Sakın Pizza yeme, hiç bir şeye benzemiyor.” Bu doğrultuda, domuza olan özlemim de hazır had safhadayken, domuz pastırmasına sarılmış dana bonfile yedim (ayıptır söylemesi). patron da normal bonfile istedi. İyi pişsin dedik, yine de içi kıpkırmızıydı. “Abi Avrupalı böyle yiyor bonfile’yi naparsın.” diye teselli ettim.
Siparişi verirken patron “iki de bira söyle” diyerek benim özgürce içki sipariş etmeme mani oldu. Şimdi ben desem ki başka şey içicem, problem olmaz, ama biliyorum ki vik vik konuşacak saatlerce, biranın nesi var lan, niye bira içmiyon, bira gibisi yok vs…

Yemekler geldi, yan masalardaki yemeklere bakıyorum bizim gruptakilerin yediği. Herkes makarna veya margarita pizza söylemiş. Pizza yiyenlere bakıyorum, pizzayı çatal bıçakla keserken üst kısım komple kayıp hamurdan ayrılıyor, bayağı mücadele ediyor yiyenler, dedim abimle arkadaşım iyi uyardı beni, böyle pizza mı olur lan?

Tabi yan masadakilerin hepsi şarap içiyor. İtalya’ya gelmişken Şarap içilir zaten, ama ben bana söylenen birayı içiyorum. Biranın markası Birra Moretti, fena değil ama bir artısı da yok hani, içiyoruz. Yarısına geliyoruz patron diyor ki iki tane daha söyle. Biz üçüncü biraları içerken sanki etraftaki herkes bizim Floransa’nın göbeğindeki güzelim lokantayı kazan birahanesine çevirdiğimizi fark etti gibi geldi bana. Yemek sırasında patronun engin bilgilerinden ve teorilerinden faydalandım tabi.

“Sigara içen de kanser oluyor, içeyen de kanser oluyor. Buna ne diyeceksin?”

“Abi şimdi…”

“Dur daha bitirmedim sözümü. Yağlı yemekler yiyen de kanser oluyor, bütün gün yoğurt yiyen adam da kanser oluyor, nasıl oluyor bu iş?” (Bütün gün yoğurt yiyen adam???)

“Yani orada…”

“Bence bu anlattıkları beslenmeler, yaşam stilleri falan hepsi yalan. Ben kendimce bi teori geliştirdim. Hep aynı şeyleri yaparsan, aynı şeyeri yersen, o zaman kanser oluyorsun. Karıştırmak lazım, vücudu alıştırmamak lazım, bir gün yoğurt yediysen, öbür gün börek ye. Anlatabildim mi? Yani bu benim teorim sadece, bunu kanıtlayamam. Ama bence böyle.”

“… Bu da bir düşünce tabi abi.”
Biz laflayıp 4. biralara geçmişken gruptakiler teker teker kalktı ve lokantadan ayrıldı. Bizim gruptan bir biz kalınca rehber yanımıza geldi muhabbete daldı.
Rehbere dedim ki “Ya o otele geldik mi diye soran adam çok komikti ya, iyi gene doğru düzgün cevap verdin adamı bozmadın, ben olsam dayanamazdım.”

“Öyle diyorsun ama o beni otobüsten inince kenara çekip azarladı, beni o kadar insan içinde rencide ettin diye.”

“Yok artık. Adam özür dileyeceğine bir de üste mi çıktı?”

Hemen ‘Bizim insanlarımızın eksiklikleri’ ve ‘Yok arkadaş, biz adam olmayız’temalı konuşmalara dalmıştık ki arkamdaki masadan bir ses “Aslında o olay aileden kaynaklanıyor.” gibi bir şey söyledi. Lan bizim gruptan birileri var, adamın arkadaşları olmasınlar, lan yeminle adama söyleyecekler rezil rüsva olacağız derken meğerse yemeğe geç katılan bir anne – kız ikilisi olduklarını öğrendik, adamla alakaları yokmuş yani. Yemekleri taze bitmiş, masamıza buyur ettik. İstanbul’da oturuyorlarmış, anne okul öncesi öğretmeni, kız da liseli. Kız (blogumuzun hatrına ismi İffet olsun) kendisine deri çanta almış. İstanbul’da dershaneye Floransa’dan aldığı deri çantayla gidecek artık. Havalara bak, zamane gençleri işte. Bir de şarap içiyor, biz artık kaçıncı Birra Moretti’deyiz sayamadım, imrenerek baktım şarabına.
Artık kalkalım biraz daha gezelim dedik, saat 23.00’e kadar Floransa’nın merkezinde gezindik ve şöyle bir genelleme yapıyorum:
”Floransa fazla güzel bir şehir.”

Evet son kararım budur Floransa için. Açıklmasını da yapayım: Nerede yaşarsan yaşa çevrene alışıyorsun ve artık her şey monoton oluyor ya. İşte onu Floransa’da yaşarsan artık öl. Yani benim arkadaşım beni arayıp da akşam napıyoruz diye sorsa, ben de sekiz gibi davut heykelinin önünde buluşalım dersem, gidip Davut heykelinin önünde durup onu beklesem ve gelince X yere gitsek, yani o arada 2 saat heykellere hayranlıkla bakmasam, içim gitmese, nefesim kesilmese, o zaman hayatta artık neyden keyif alacaksın yani? Floransa mümkünse arada bir gidilip hayran kalınıp, mutlu olunup ayrılınacak bir yer, yaşanmaz.

Otobüse bindik ve otele gideceğiz. Otele drken iki farklı otel ayarlanmış, grubun yarısı bir yerde, diğer yarısı bir yerde kalacak. Ertesi gün de opsiyonel tur var, dileyen 90 euro verip Pisa ve Siena gezisine katılacak, gelmek istemeyen de Floransa’da kalıp akşam 17.00’de geri dönen otobüse katılacak hep beraber Roma’ya gidilecek. Teoride problem yok ama kalınan otellerin birisi şehir dışında, diğer de dağ başında. Şöyle örnek vereyim, Floransa eğer Sultanahmet olsaydı otellerin birisi Gebze’de diğeri İzmit’te olurdu. İlk otele geldik, grubun yarısı indi, biz otobüste kaldık, ikinci otelde kalacaklar grubundayız. Patron “İtalya’ya gelmişken Pisa’ya gitmicez mi yani?” diyerek bizi ertesi günkü tura yazdırdı, biz rahatız da, tura katılmayanlar isyanda. Biz ne yapacağız ne edeceğiz yol yordam bilmeyiz diyorlar haklı olarak. Otel Floransa’nın içinde olsa neyse. Rehber ilk grubu otele yerleştirmek için indi ve yaklaşık 20 kişi otobüste kaldık. Ertesi gün tura katılmayacaklar şikyet etmeye başladı, herkese gaza geldi “En azından şöyle yapılsın, böyle yapılsın, bizi şuraya bıraksınlar, biz mağdur oluyoruz” derken bayağı bir gaza gelindi. Ben heyecanla mağdur olan Türk insanının otoriteye olan isyanına izlemeye hazırlanıyordum. Yarım saat kadar sürdü rehberin otobüse dönmesi ve mağdur halk patladı, “Bizi sabah Floransa’ya bırakın hele, biz mağdur oluyoruz…” rehber teker teker cevap verip açıklama yapmaya çalışıyordu, o da haklı olarak programdan caymak istemiyordu. Konuşurken bir ara cümlenin ortasında arkasını döndü, herkes bekliyor lafın devamını, yüzünü dönünce bir de baktık ki rehber ağlıyor. Herkes dondu kaldı. Meğerse otelde saat 7 buçukta kalkın bavulları otobüse koyacağız deyince kadınlardan birisi “Ben tatile gelmişim 7 buçukta kalkmak istemiyorum uyumak istiyorum.” diye çıkışmış.

“Ama hanımefendi bu bir kültür turu, sahil tatili değil ki, mümkün olduğunca gezmek için erken kalkmak lazım.”

“Sen bana ne yapacağımı söyleyemezsin, ben bilmemne meclisi üyesiyim, sen bana böyle konuşamazsın.”

Ve akabinde kadının iki delikanlı oğlu rehberin üzerine yürümüş.
Neticesinde rehberin otobüste ağlaması insanların biraz gazını aldı ve sakinleştiler. Biz de o arada otelimize vardık. Vardık ama o da ne? Patronla aynı odada kalıyoruz!!!
Odaya bir çıktık, dünyanın en ufak otel odası, iki tane tek kişilik yatak var ama yataklar arasında 2cm ya var ya yok. Eyvah ki ne eyvah. Neyse ki bu otelde sadece bir gece kalıyoruz deli gibi de yorulmuşuz yol falan, patrona bi bira da otelde söyledim ve yatıp zıbardım bir an önce.

Sabah kalkıp Pisa’ya gittik. Pisa’da eğik kulenin olduğu duomo var (Duomo katedral ve etrafına yapılan vaftizhane ve çan kulesi verilen isim) eğik kule de zaten katedral için yapılan çan kulesiymiş. Açıkçası Floransa’dan sonra biraz silik geldi Pisa, Katedrali çok güzel falan ama başka da bir espirisi yok. Evet gördüğünüz gibi bir günde kıçım kalkmıştı ve Pisa katedralini beğenmez hale gelmiştim, işte Floransa öyle fena bir yer.

Pisa’da kısa zaman kaldık, zaten duomo’dan başka bir şeyi de yok, oradan Siena’ya geçtik. Arması ve forması Juventus’tan çalıntı olan A.C. Siena futbol takımı hariç Siena ile ilgili hiç bir bilgim yoktu. Tur’a dahil ettiklerine göre bi numarası vardır diye düşündük. Siena’ya vardığımızda yine otobüsümüzün ayak bastı parası ödendi ve şehre girdik. Siena’da bir üç saat kadar kaldık ve Siena’ya hasta olduk. Acayip şirin bir yer, Duomo’sunun olduğu meydan şahane. İşte burada yaşanır, arada sırada günübirlik Floransa’ya gidersin al sana hayat.
Siena’dayken yine rehberin önerdiği yerde hep beraber yemek yedik. Bu kez makarna yedim, carbonara, yani domuzlu yumurtalı makarna. Gayet güzeldi ama öyle ahım şahım bir şey değildi. Biz tabi yine “iki de bira söyle” modundayız. Devamlı bira içiyoruz, bu sefer mekanda Birra Moretti yok, Nastro Azzurro diye bir bira var, gözümü bağlasalar içirseler bu ne diye sorsalar bira mı soda mı emin olamam öyle garip bir şey. Yanımızdaki masada İffet ve annesi var, İffet karışık deniz mahsülleri yemeği yiyor, tabi ki bir de kadeh şarap içiyor. Ulan bizden başka herkes şarap içiyor, bir dahaki sefere zincirimi kırıp şarap içeceğim ben de diye karar alıyorum, açıkçası bu öğünde içtiğim sodamsı biranın da bu kararda payı var.

Siena dönüşü Floransa’ya uğrayıp tura katılmayanları aldık ve Roma’ya doğru yola koyulduk. Tur tarihi okulların sömestr tatiline denk geldiğinden çocuklu aileler çoğunluktaydı turda. Roma’ya giderken de bu ailelerin konuşmalarının arasında bulduk kendimizi. Arkamıza rehberin üzerine yürüyen çocukların olduğu aile vardı. Çocuklar liseli, annelerinden Mercedes SLX istiyorlar. Anne diyor ki “Oğlum senin araban sana çok yakışıyor, valla diyorum bak, gerek yok yeni araba almaya.” Çocuk SLX’in özelliklerini saymaya başlıyor annesini ikna etmeyi kafaya koymuş. Bu nedir lan diye isyan edip kulakları arkadan gelen sese tıkadım, bu sefer önden konuşalar geliyor. İki kadın iki de kız var, anladığım kadarıyla kızlar sınıf arkadaşı, orta okullu gibi duruyorlar. Gerçi orta okul diye bir şey kalmadı artık ama siz anladınız. Kızların birisi annesine diyor ki “Ben doğum günümde babama XBox aldıracağım. Ulan burada alır mısınız bile yok. Neyse amacımız şımarık gençliğe çamur atmak değil diyelim ve geçelim. Gece otele vardık. Roma’nın dışında 4 yıldızlı bir otel. Yine patronla aynı odadayız. Yataklar arasında yine 2cm var ama oda nispeten geniş. Ertesi gün iş görüşmesi var, gideceğimiz adres var, soruyoruz kimse neresi olduğunu bilmiyor. Doğma büyüme Roma’lı adamlar adrese bakıp şaşırıyor “öyle bi yer mi var la?” gibisinden bakış atıyorlar. Google Maps’ten baktık nerede olduğunu tespit ettik, Roma’nın doğusuna doğru bayağı uzak bir yerdeymiş. Nasıl gideriz diye soralım dedik, toplu taşıma yokmuş o tarafa. Eh artık taksiye bincez sabah dedik ve Otel’in barında bilmemkaç’ar adet Birra Moretti içip yattık.

Sabah kahvaltıdan sonra bizim grup Roma turuna çıktı biz ise taksiye binip görüşmemize gittik. Çevre yolundan basıp gittiğimizden yarım saatte vardık, şirkete girdik kapıdaki adama Giovanni ile randevumuz olduğunu söyledik, adam gitti Giovanni geldi.

Şmdi burada araya giriyorum.

Şunu belirtmek istiyorum ki ben öyle yakışıklı biri değilim. Çirkin de değilim (en azından annem öyle diyor) öyle sıradan, göze batmayan bir tipim var. Bunun üstüne bir de tipime, dış görünüşüme falan çok dikkat etmem, saçımla uğraşmayayım diye 2 numaraya vurdururum, sabah giyinirken “şunları giysem eş-dost’tan ‘Bu ne hal?’ diye laf işitmem herhal” diye düşünür, idare ederim. 2-3 günde bir traş olurum vs. Bunun sebebi de oldum olası erkekler için geçerli olan ‘yakışıklı’ kıstaslarını ve değerlendirmelerini hiç bir zaman anlamamış olmamdır. Bir gün birisi bana “Vaay bugün çok yakışıklısın!” dediğinde “Ulan dünden farkım yok noluyo lan?” diye şaşırırım. TV’de yakışıklı diye gösterilen bir adam bir diğerine uymaz “Ulan George Clooney yakışıklıysa bu Kevin Costner nedir?” diye afallarım (bir de bazı adamlar için “O yakışıklı değil ama karizmatik” diyen kızlar var ya onları saçlarından tutup duvara çalasım geliyor.) Neyse işte “Erdela’nın yakışıklılıkla imtihanı” budur, oldum olası anlamamışımdır, açıkçası çaba da göstermemişimdir.

Ve bu yan bilgiden sonra hikayemiz devam eder.

Adam gitti Giovanni geldi dedim ya, işte o Giovanni öyle yakışıklı öyle yakışıklı bi adamdı ki benim ilk anda elim ayağıma dolandı. Noluyo lan dedim kendi kendime. Eleman uzun boylu, geniş omuzlu, esmer, kirli sakalı olan bi tip, bir de böyle şal desen değil atkı desen değil boynuna bağladığı bir şey var. İşte o anda ilk defa kendim yakışıklı bir adamı teşhis ettim. Normalde yanımdaki birisine sorarım bu adam yakışıklı mı diye, ama bu kez emindim. Hatta kız olsam orada o anda diye aklımdan geçiyordu ki ulan dedim kendine gel. (Bu olayın daha sonra Floransa’nın üzerimde bıraktığı derin etkilerden kaynaklandığına ikna ettim kendimi.)

Neyse, Giovanni Türkiye satışlarıyla ilgilenen arkadaşmış, bizi büyük patronun ofisine götürdü. Şirket, sektöründe öncü, yüz milyon dolarları götüren bir şirket, büyük patronun ofisinde misafirlerin oturduğu sandalyeler 30 yıllık, her tarafı parçalanmış her an elimde kalacak gibi duruyor. Gözlerimle Giovanni’ye “Lan alengirli şal/atkı alacağına o parayla şuraya iki tane düzgün koltuk alsanıza” demeye çalıştım ama anlamadı galiba, ya da ben onun gözlerine dalıp gitmiş olabilirim. Lan neyse olaya dönelim. Toplantımızı yaptık, iş-güç sıkıcı şeyler, adamlar bize kahve getirdi. İtalya’da kahve dedikleri şey espresso. Bir de bildiğimiz nescafe var onun da adı café americano. Alengirli bir yere gitmediğiniz taktirde seçenekler bunlar. Espresso efsane bir şey ama. İtalya dışında içtiğim tüm espresso’ları kimler yaptıysa hepsine yazıklar olsun. Bizim rehbere bir ara sordum lan bu macchiato’lar nerde ben onları seviyorum diye o da macchiato’nun çok popüler ve yaygın olmadığını, zaten macchiato kelimesinin de ‘bozulmuş’ demek olduğunu, macchiato yaparak kahveyi bozduğunu düşündüklerini söyledi. Bu da hem bana hem de Starbucks ve türevlerine kapak oldu.

Toplantı bitince patron bizi arabasıyla en yakın metro durağına bıraktı ve metroyla Roma’nın merkezine doğru yol adlık. Otelin verdiği haritaya bakıyorum, gezilecek yerlerin hepsi – Vatikan hariç – birbirine yakın, yürünebilecek mesafede. Bir uçta Colosseum var diğer uçta piazza del Popolo (Popolo meydanı) var. Birine gidip diğerine doğru yürüyüp her yeri gezeceğiz diye plan yaptık, ertesi gün de Vatikan’a gideriz dedik. Bu düşünceyle metrodan Colosseum durağında inip Colosseum’a girdik. MS 80 yılında yapımı tamamlanan, dünyanın en ünlü ve en önemli tarihi eserlerinden biri olan colosseum’u gezerken patron yere tükürdü.

İnan sevgili okur onu oracıkta alıp insanlık namına aşağıya, gladyatörlerin er meydanına atacaktım ki, kendisinin 120 kilo olması ve benim de afedersiniz götümün yememesi üzerine yapamadım.

Colosseum’dan çıktıktan sonra domuz içermeyen bir şeyler atıştırdık ve Fori İmperiali Caddesinden Venedik meydanına doğru yürümeye koyulduk. Her taraf heykel, her tarak dikilitaş, şehrin surları gözüküyor falan, müthiş bir şehir gerçekten Roma. Caddeden yukarı çıkarken karşıdan iki tane apaçi diye tabir ettiğimiz delikanlılardan yaklaşıyordu. E tabi, nasıl ki modern medeniyetimizin kaynağı Roma’ysa bu apaçilerin de kaynağı Roma olabilir, yin-yang meselesi, doğanın dengesi, hep güzellik olacak değil ya, yoksa herkes kalkıp gelip Roma’da yaşasın, oh ne ala! Buranın da böyle bir şeyi olmalı, apaçilerin yurdu, diye aklımdan geçirirken apaçiler yanımdan geçti ve, evet, bildiniz, aralarında Türkçe konuşuyorlardı. (aa fıkra gibi)

Venedik meydanına geldik (Palazzo Venezia isimli saray ve önündeki meydan) ve söyleyebilirim ki muhteşemdi, olağanüstüydü, hastası oldum. Şu an buraya bitiştirecek bir resim aradım ama hakkını verecek hiç bir şey bulamadım. Alt tarafı bir saray binası ve meydan olabilir ama ben belki de Eminönü-Aksaray-Çapa üçgeninde geçirdiğim yıllardan kalma bir açlıkla çok ama çok beğendim. Yazımızın tam da bu noktasında belirtmek isterim ki, “İstanbul dünyanın en güzel kenti abi, başka boğaz yok abi.” Gibi demeçler veren hatta Facebook statuslar yazan tüm insanları akıllarını başlarına devşirmeye davet ediyorum.

Roma’yı yeni gezmeye başlamıştık heyooo ne kadar da güzel derken patron yüzünü ekşitti “Belim ağrıyo çok fena. Gene tuttu bel ağrım. Otele dönmemiz lazım.” Baktım adam zar zor yürüyor. Venedik meydanından taksiye bindik, şoföre bizim otelin kartını verdim, GPS’e adresi girince bir yol çıktı ki adama ıslık çaldırıp “Mamma mia” dedirtti. 45 dakikada otele ulaştık. Otelin yanındaki markete girdik, patron 8 tane bira aldı. Otele gittik odanın buzdolabına biraları dizdi. “Buraya geldiğimden beri azalttım biraları.”
”Öyle mi abi?”
”Normalde işten sonra eve gidip her akşam 6 tane bira içerim. Hiç sekmez, her akşam 6 bira.”
”Abi her akşam her akşam aynı şey içilir mi? Kanser olmayasın?”
Diye sordum mu? Sormadım tabi. Ama dilimin ucuna geldi. Kendimi ‘her gün yoğurt yiyen adam’ düşüncesiyle oyaladım.

Patron bir kaç saat yattı ve az da olsa ağrısı azalmıştı. Akşam olmuştu, çıkıp bu kez metroyla Popolo meydanına gidiyoruz, bu sefer tersten gezmeye başlayacağız. Metrodayken karşımıza orta yaşlı, uzak doğulu bir kadın oturdu, onun da yanına Hintli olduğunu tahmin ettiğim orta yaşlı bir adam oturdu. Kadın adama dönüp bozuk bir İngilizceyle bir yere nasıl gidebileceğini sordu, adam da anlatmaya başladı, metroların bazı hatlarında tamir çalışmaları olduğu için kapalı olduğunu anlattı, kadının o yere nasıl gideceği üzerine bayağı uzun konuştular. Bizim patron bana döndü:

“Bak şunları görüyor musun?” (kadınla adama işaret eder).
”Evet abi.”

“Bak şimdi bence o ne biliyor musun? O kadın kocasıyla kalkıp buraya yerleşti zamanında. Adam çalışıyordu ama o ev kadını, buraya da ayak uyduramadı, sonra da adam öldü, kalp krizi falan, şimdi bu kadın burada bir başına kadı, böyle AQduğum yavşak tiplerle uğraşmak zorunda kalıyor.”
”Abi yok, kadın gideceği yere nasıl gideceğini sordu da, metro hatlarında çalışmalar varmış, adam da yolu anlatıyor.”
”Ha, nasıl anladın?”
”Abi İngilizce konuşuyorlar.”
”Öyle mi? Ben İtalyanca sanmıştım.”

Popola’da indik, hava kararmıştı, kalabalık yoktu, Popola meydanında gene fantastik heykeller vardı. Adamlar heykel yapmış arkadaş. Bu işi çözmüşler. Dünyanın neresinde bir heykel lazım olsa mutlaka İtalyan çağırmalı, bu konuda hissiyatım budur.
Popola meydanınan aşağıya doğru yürüdük Corso caddesinden, her yer kapalıydı, karnımız acıkmıştı, Pantheon meydanına gelmiştik. Roma’da hristiyanlığın kabul edilişine kadar putlara tapınılan tapınak olan Pantheon’un karşıındaki güzel bir lokantaya girdik. Meydan ufak ama çok romantik bir havası vardı, ışıklandırmalar falan, lokantadaki tüm masalar da iki kişilik ve hepsinde mum ve çiçek var. Lan dedim adamla her gece aramızda 2cm yatıyoruz, Giovanni de ayarımı bozdu zaten nereye gidiyor bu iş böyle.
Patron soslu kuşbaşı et yemeğı yedi ve tepkisi “Aha tas kebabı lan bu!” oldu. Ben spagetti bolonez yedim, güzeldi ama yine öyle harika bir şey değildi. Patron bira içerken ben bu sefer zincirleri kırıp şarap söyledim. Şarap hakikaten çok güzeldi, heykelin yanına şarabı da yazdım, aferin İtalyan’lara, ama makarnadan henüz tam istenilen verimi alamamıştım.
Doğru dürüst gezemeden otele dönmeye karar verdik, merkezi tren/otobüs istasyonuna yürüdük ama bizim otel tarafına giden metro hatları kapalıydı ve otobüs bileti de alınmıyordu. Taksiye binmek için yolun karşısındaki taksi durağına gittik, 20 küsür taksi vardı ama en önden bir adam bize “Taxi?” diye sordu. He dedim taksiye bincez. Nereye gideceksiniz dedi otein kartını verdim. Burası uzak, taksi sizi 60 euroya gtürür, ben 50’ye götürürüm dedi. Lan adam bildiğin korsan taksi ve adam normal taksilerinin gözünün önünde 5 metre mesafede müşterilerini çalıyor, adamların kılı kıpırdamıyor. Patrona anlattım mevzuyu. Patron “40 yapsın gideriz” dedi. “Abi” dedim “Bizi kuytuya götürmesin?!”
”Yok bir şey olmaz, 40 yapsın gideriz, söyle.”
40’a anlaştık, yan sokağa götürdü bizi 80’lerden kalma bir Mercedes’e bindik ve yola koyulduk.

“Nerelisiniz?”

“Türküz, sen nerelisin?”

“Mısırlı.”

“Ana! Sizin memlekette devrim oluyo ya lan!”

“Öyle valla.”

Hüsnü Mübarek sağolsun muhabbeti koyduk adamla ve otele vardık. Patron odada marketten aldığı biraları göürürken ben uyudum.

Ertesi gün grup Napoli – Pompei turuna gitti, biz Roma’yı gezemedik ya, bu kez doğru dürüst gezip Vatikan’ı da göreceğiz mutlaka. Patron öyle diyor. Roma’ya gidip Vatikan’a gitmemek olur mu ya? Mutlaka gideceğiz. E iyi ben de gezmeye geldim zaten. İndik yine Roma’ya. Aşk çeşmesi, İspanyol merdivenleri, Ressamlar meydanı derken kendimi iyiden iyiye güzel sanatlar fakültesi öğrencisi gibi hissetmeye başladım. Bu ne arkadaş? Her yer mermer heykel, her yer dikilitaş, her yer saray.. böyle olmaz ki! Yürürken sokağın köşesini dönüyorsun sıradan bir sokağa çıkma ihtimaliniz yok gibi, illa bir alengirli bir şey olacak.
Karnımız acıkmıştı, patron tas kebabı yemek istedi (evet Roma’nın göbeğinde tas kebabına benzettiği yemeği istiyor) ama bu isteğini böyle bir cümleyle dile getirdi:
”Putçularda tas kebabı yiyelim.”
Gittik yine tapınağın yanındaki romantik lokantaya. Patron tas kebabı ve bira söyledi. Ben ise abim ve arkadaşımın tüm uyarılarına rağmen “Ulan gelmişim İtalya’ya pizza yememek olmaz” deyip pizza yemeye karar verdim. Menüde 15 tane falan pizza var, kaba tabirle “karışık” olanı istedim. 20 tane falan malzeme var içinde, bakalım ne gelecek.
Pizza geldi ve ben pizzayı görünce şok oldum. Bir kere pizzanın çapı neredeyse 50cm, öküz doyuran cinsinden. Ama en şaşırtıcı kısmı şu ki her malzemenin pizza üzerinde kendi bölgesi var. Mesela pizzada salam var ama pizzanın yaklaşık altıda birlik bir bölümünde salam var ve o kısımda başka hiç bir şey yok, ve pizzanın başka bir yerinde de salam yok. Başka bir bölgede sucuk var, başka bir bölgede mısır ve mantar var, başka bir bölgede enginar ve haşlanmış yumurta var (yanlış okumadınız, enginar ve haşlanmış yumurta) vs.. Pizza’ya bir giriştim ki, böyle efsane lezzetli bir şey olmaz diyeyim ben size. Yumurtalı enginarlı kısmı bile çok güzeldi. İşte o noktada abime ve arkadaşıma içimden ettiğim küfürleri varın siz düşünün, ulan ben 4 gün bunu yiyebilirdim be!
Neyse öğle yemeği bitti, saat 15.00 civarı, kaldı geriye Vatikan. Mutlak görülecek yer diye bizzat belirlenmişti patron tarafından. Ertesi gün sabahtan memlekete dönüyoruz, başka zaman yok, mutlak Vatikan’a gidilecek diye ben haritaya bakıyorum nereden gideceğiz diye, patron dedi ki “Ne yapıyoruz şimdi?”
”Abi Vatikan kaldı geriye.”

“Vatikan kaldı da, biz hiç alışveriş yapmadık ki! Bissürü bir şey almak lazım Türkiye’dekilere.”

Ben kendi adıma markette patron biraları alırken eşime dostuma birsürü içki ve kıyafet almıştım, Siena’dan da anneme ve abime şarap almıştım, bu dertten hemen kurtulmuştum, ama patron henüz bir şey almamıştı. “Bak ne dicem, Vatikan’a gitmeyelim, şu alışveriş caddesine gidelim, ben bir şeyler alayım.”

Ve böylece Roma’daki son gün de alışveriş yaparak geçti, Vatikan görülemedi ve akşamüstü otele dönüldü.

Otelde şenlik vardı, şöyle ki, Napoli turunda iyice kaynaşan bizim Bamtur grubumuz otelin barında iPhone’lardan misket havası çalıp oynuyorlardı. Biz odaya gidip üzerimizi değiştirip otelin lokantasına indik. Pizza yapmıyorlardı ben de somonlu makarna yedim. İşte bu makarna “Hacı makarnayı İtalya’da yiceksin yeeaa” dedirten bir makarnaydı. Bu öğün sayesinde İtalyan makarnalarıyla ilintili hayal kırıklığımı da geride bırakmış oldum.
Yemekten sonra bardaki gruba katıldık, patron masasında biraları götürürken millet halay çekiyordu. Ben pek tabi halay çekmeyeceğim için köşedeki bilardo masasına geçtim. Başta havali dershane öğrencisi şarapçı İffet olmak üzere gençlerin bazıları geldi bilardo masasında yanıma, hiç biri bilardo oynamayı bilmiyormuş. Bir tanesi bile. “Ulan” dedim “iPhone’dan misket havası çalana kadar evden çıkıp bilardo oynamayı öğreneydiniz ya. Allah bilir siz atari salonuna da gitmemişsinizdir!”

“Atari salonu mu kaldı?” Diye soru şeklinde bir cevap aldım. Bir de baktım ki gençlerin halini şikayet edip işlevselliği kalmamış işletmeleri sayıklıyorum. LAN RESMEN YAŞLANMIŞIM BEN BE!!

Delikanlılar ıstaka ve toplarla saçmalarken İffet “bana bilardo öğret” diye tutturdu. İffet’e “Bilardo sadece ıstakayla toplara vurmak değildir, bir yaşam tarzıdır, disiplindir, önce bu bonzai ağacını yetiştireceksin” diyesim geldi. Ama desem ne fayda? 1994 doğumlu bir kız var karşımda. Delikanlıları dağıttık İffet’e bilardo oynamayı öğretmekle geçirdim gecenin kalan kısmını, sanki ben Semih Saygıner’im de bir de bilardo oynamayı öğretiyorum!!
Ertesi sabah İstanbul’a döndük, inişte havaalanında polise özellikle damga vurdurdum İngiliz pasaportuma, eve gidip yoğurt yedim.

3 comments:

  1. bira nerde icilmezin cevabi italya imis. patronun gitti her yerde alakasiz seye sarmasina asigim=)

    ReplyDelete
  2. Sana iki şey diyesim var. Birincisi; Olum sen adam olmassın, İspanya seyahatinden hiç mi bişey öğrenmedin. Aynı boku iki kere niye yiyosun.

    İkisincisi ise; bu adamla seyahat etmeye devam edersen, ufak bir deneme kitabı yazıp ünlü olabilirsin.

    Yazını okudukça eski bir yazar aklıma geldi; Muzaffer İZGÜ. Bu yazarın " Donumdaki Para" diye bir kitabı vardı. İçinde sir sürü buna benzer ve ve aynı tarzla yazılmış hikaye.

    Geleceğin parlak yani ERDELA... :)))

    ReplyDelete
  3. "Delikanlıları dağıttık İffet’e bilardo oynamayı öğretmekle geçirdim gecenin kalan kısmını"

    RISPEKT

    ReplyDelete